ISSN 1302-0099 | e-ISSN 2146-7153
TURKISH JOURNAL CLINICAL PSYCHIATRY - J Clin Psy: 19 (4)
Volume: 19  Issue: 4 - 2016
EDITORIAL
1.Editorial
Burhanettin Kaya
Page 155
Abstract |Turkish PDF

RESEARCH ARTICLE
2.Evaluation of neurocognitive deficits in obsessive compulsive disorder with Adas-cog: A comparative study with the healthy control group
Ayşe Döndü, Çağdaş Öykü Memiş, Levent Sevinçok
doi: 10.5505/kpd.2016.10820  Pages 156 - 166
AMAÇ: Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) yineleyici ve sürekli düşünceler ile tekrarlanan davranışlarla karakterizedir. Önceki çalışmalarda OKB hastalarında bellek ve diğer nörokognitif işlevlerde sorunların olduğu saptanmıştır. Çalışmamızdaki amacımız OKB hastalarındaki bilişsel işlev bozukluklarını Alzheimer hastalarında kullanılan Alzheimer Hastalığı Değerlendirme ölçeği-Bilişsel Alt ölçeği (Adas-Cog) ile belirlemeye çalışmaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya DSM-IV tanı ölçütlerine göre OKB tanısı alan 32 hasta ile 26 sağlıklı kontrol alınmıştır. Olgulara Yale-Brown Obsesyon-Kompulsiyon Ölçeği (Y-BOKÖ), Yapılandırılmış Klinik Görüşme (SCID-I), ADAS-cog ve Mini Mental Durum İncelemesi Testi (MMDM), Depresyon ve anksiyete şiddetini belirlemek için Hamilton Depresyon Değerlendirme Ölçeği (HDDÖ) ve Hamilton Anksiyete Değerlendirme (HADÖ) ölçekleri uygulanmıştır. BULGULAR: ADAS-Cog toplam ve alt madde skorları iki grup arasında karşılaştırıldığında, ADAS-COG toplam (p<0.0001), kelime hatırlama (p<0.0001), kelime tanıma (p<0.0001), komutlar (p<0.0001), konstrüksiyonel praksi (p<0.05), oryantasyon (p<0.05) alt ölçek skorlarının OKB grubunda kontrol grubuna göre anlamlı derecede kötü olduğu bulunmuştur. SONUÇ: ADAS-Cog OKB hastalarındaki bazı nörobilişsel kusurları ölçmede uygun bir araç olarak kullanılabilir. Klinik pratikte OKB hastalarındaki bilişsel sorunlarını saptamada Adas-Cog’un kullanılması ile ilgili daha kapsamlı ileriye dönük çalışmalara ihtiyaç vardır.
OBJECTİVES: Obsessive compulsive disorder (OCD) is characterized by recurrent intrusive thoughts and repetitive behaviors or mental acts compulsions. Previous studies obviously indicate that OCD patients have several impairments in memory and other neurocognitive functions. Our primary aim is to assess the cognitive impairment in OCD patients through Alzheimer's Disease Assessment Scale Cognitive Subscale (ADAS-Cog) which is widely used in Alzheimer’s Dementia. METHODS: Thirty two patients with a diagnosis of OCD and twenty six healthy controls were administrated Structured Clinical Interview for DSM Disorders (SCID-I), Yale Brown Obsessive Compulsive Scale (Y-BOKS), ADAS-Cog Scale, Mini Mental Status Examination (MMSE), Hamilton Depression Rating Scale (HDRS) and Hamilton Anxiety Rating Scales (HARS). RESULTS: When we compared two groups, OCD subjects performed significantly worse in the fields of ADAS-Cog Total (p<0.0001), Word Recall (p<0.0001), Word Recognition (p<0.0001) Commands (p<0.0001), Constructional Praxis (p<0.05) and Orientation (p<0.05) Tests of ADAS-Cog compared to the healthy control group. CONCLUSION: We suggest that ADAS-Cog might be used as an available tool to assess some neurocognitive deficits in OCD patients. Further studies in larger samples of OCD patients are needed to assess the availability of ADAS-Cog in measuring the neurocognitive impairments.

3.Marital adjustment and family functioning in bipolar disorder type I in comparison with rheumatoid arthritis
Öznur Taşdelen, Rugül Köse Çınar, Yasin Taşdelen, Yasemin Görgülü, Ercan Abay
doi: 10.5505/kpd.2016.48568  Pages 167 - 175
GİRİŞ ve AMAÇ: Evliliğin sağlık ve işlevsellik üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. Medeni hal önemli olsa da, evlilikteki uyum ve aile işlevselliği seviyelerinin sağlık üzerinde daha fazla etki sahibi olduğu bulunmuştur. Kronik hastalıklar, evlilik uyumu ve aile işlevselliği üzerinde olumsuz etkilere sahip olabilirler. Çalışmamızda, bipolar bozukluk (BB) tip I ve romatoid artrit (RA) hasta ve eşleri arasındaki evlilik uyumu ve aile işlevselliğini karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma örneklemi 49 BB tip I ve 48 RA hastası ve eşlerinden oluşmaktaydı. BB-I hastaları SCID-I, Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeği ve Young Mani Derecelendirme Ölçeği ile değerlendirilip ve remisyon evresindeki hastalar çalışmaya dahil edildiler. RA hastalarıdan sadece kronik evredekiler çalışmaya dahil edilirken akut evredekiler dışlandı. Ayrıca RA hasta grubu ve her iki eş grubu değerlendirilip herhangi bir psikiyatrik bozukluk sahibi olanlar çalışmaya alınmadı. Evlilik uyumu ve aile işlevselliği, “Berksun-Söylemez-Kavacık Evlilik Uyumu ve Aile İşlevselliği Ölçeğiyle” değerlendirildi. Bu ölçeğin üç alt ölçeği bulunmaktaydı; 1.aile işlevi ve uyum, 2.güven-sadakat-şiddet, 3.marital disfori. Ölçekte artan puanlar uyum ve işlevsellik kaybı olarak yorumlanmaktaydı.
BULGULAR: değerlendirilip herhangi bir psikiyatrik bozukluk sahibi olanlar çalışmaya alınmadı. Evlilik uyumu ve aile işlevselliği, “Berksun-Söylemez-Kavacık Evlilik Uyumu ve Aile İşlevselliği Ölçeğiyle” değerlendirildi. Bu ölçeğin üç alt ölçeği bulunmaktaydı; 1.aile işlevi ve uyum, 2.güven-sadakat-şiddet, 3.marital disfori. Ölçekte artan puanlar uyum ve işlevsellik kaybı olarak yorumlanmaktaydı.
Bulgular: BB-I hastaları, RA hastalarıyla karşılaştırıldıklarında daha yüksek evlilik uyumu ve aile işlevselliği puanları elde ettiler (p = 0,004). BB-I hastalarının eşleri de, RA hastalarının eşleriyle karşılaştırıldıklarında daha yüksek puanlar elde ettiler (p = 0,001). Eşler arasında puanlar karşılaştırıldığında, RA hastaları ve eşleri benzer puanlar elde ettiler. BB-I hastalarının eşleri ise BB-I hastalarından daha yüksek puanlar elde ettiler.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Remisyonda bile olsa BB-I, kronik ağrılarla seyreden bir hastalıktan daha fazla aile işlevselliği alanında kayba neden olmaktadır. Bu, BB-I hastalarının tedavileri sırasında ele alınmalıdır. BB-I hastalarının eşlerinin kendilerinden daha fazla tatminsizlik yaşadıkları da akılda bulundurulmalıdır. Özellikle, eşin evliliğe uyumu önemlidir.
INTRODUCTION: Marriage is known to affect health and functioning. Beside the importance of the marital status, levels of marital adjustment and family functioning are found to have greater impact on health. Chronic diseases could have negative effects on marital adjustment and family functioning. Our aim in this study was to compare marital adjustment and family functioning between bipolar disorder (BD) type I, RA patients and their spouses.
METHODS: Study sample included 49 BD type I, 48 RA patients and their spouses. BD patients were evaluated by the Structured Clinical Interview for DSM-IV Axis I Disorders, the Hamilton Rating Scale for Depression, and the Young Mania Rating Scale. BD patients in remission state and RA patients in chronic state were included, patients in acute state were excluded. The patients with RA and their spouses and the spouses of the BD patients were evaluated fort he detection of comorbid psychiatric disorders and the individuals who had any psychiatric disorder were excluded from the study. Marital adjustment and family functioning were assessed by using the “Berksun-Söylemez-Kavacık Marital Adjustment and Family Functioning Scale”.
RESULTS: BD-I patients had higher total marital adjustment and family functioning scores compared to the RA patients (p = 0.004). Spouses of BD-I patients had also higher scores than the spouses of RA patients (p = 0.001). When the scale is compared between the spouses, RA patients and their partners had similar scores. BD-I patients’ partners had worse scores than the BD-I patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: BD-I even in remission state disrupts marital adjustment and family functioning more than a disease presenting with chronic pain. This result must be considered in treatment of the BD patients. It should be kept in mind that the spouses of BD patients are more dissatisfied with their marriages than the BD patients. Adjustment of the spouse to the marriage is important.

4.Variables affecting burnout levels among medical doctors working in internal and surgical branches and the relationship of burnout with work engagement and organizational commitment
Reyhan Algül, Doğan Yılmaz, Ürün Özer, Burhanettin Kaya
doi: 10.5505/kpd.2016.92485  Pages 176 - 184
GİRİŞ ve AMAÇ: Tükenmişlik; iş stresinin kişide fiziksel, zihinsel ve duygusal bitkinlik yaratması, kişinin mesleğinden uzaklaşması, işine, birlikte çalıştığı kişilere, hatta kendisine yönelik olumsuz duygular beslemeye başlaması olarak tanımlanmaktadır. Yazında, tükenmişliğin hem çalışanlar, hem hizmet verilen kişiler, hem de kurumlar açısından ciddi sonuçlar doğurabileceğinin altı çizilmiştir. İşten ayrılma, işe gitmeme, moral bozukluğu, üretkenliğin ve verimliliğin düşmesi gibi durumlara neden olabileceği gibi fiziksel tükenme, yorgunluk, psikosomatik bozukluklar, depresyon, anksiyete, uykusuzluk, eş ve aile ile sorunlar, alkol ve psikoaktif madde kullanımı gibi daha ciddi durumların ortaya çıkmasında da etkili olabildiği bildirilmiştir. Tükenmişliğin özellikle “insanlarla çalışan” mesleklerde ortaya çıktığı vurgulamaktadır. Hekimlik mesleği de tükenmişlik açısından en fazla risk oluşturan meslekler arasında sayılmaktadır. Çalışmamızda cerrahi ve dahili branş hekimlerinin tükenmişlik düzeyini etkileyen değişkenleri karşılaştırmalı olarak incelemek ve tükenmişlikle işe bağlılık ve örgütsel bağlılık arasındaki ilişkiyi araştırmak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel araştırma olarak planlanan çalışmaya özel bir üniversite hastanesinde çalışan 82 hekim dahil edilmiştir. Katılımcılara sosyodemografik ve mesleki veri formu, Maslach Tükenmişlik Ölçeği, Örgütsel Bağlılık Ölçeği ve İşe Bağlılık Ölçeği doldurtulmuştur.
BULGULAR: Formları tam doldurmamış olan 3 kişi çalışma dışında bırakılarak 79 kişinin verileri değerlendirilmeye alınmıştır. Katılımcılardan 40’ı (%50.6) dahili, 39’u (%49.4) cerrahi branşlarda çalışmakta olup branşlar arasında sosyodemografik özellikler ve ölçek puanları açısından fark saptanmadı. Cinsiyet ve çocuk sahibi olma ölçek puanlarını etkileyen sosyodemografik özellikler, gelir düzeyi ve meslekte çalışma süresi ölçek puanlarını etkileyen mesleki özellikler arasındaydı. Korelasyon analizlerinde her üç ölçek ve alt ölçekleri arasında pozitif ve negatif yönde ilişkiler saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bulgularımız dahili ve cerrahi branş hekimleri arasında tükenmişlik açısından anlamlı fark bulunmadığını; cinsiyet, çocuk sahibi olma, gelir düzeyi ve meslekte çalışma süresinin ise tükenmişlik düzeyini etkilediğini göstermektedir. Örgütsel bağlılık ve işe bağlılık da tükenmişlik düzeyini etkileyen değişkenler arasındadır ve dolayısıyla bu iki önemli alanda iyileşmeye yönelik yapılacak çalışmalar hekimlerin tükenmişlik düzeyini azaltmaya da katkı sağlayacaktır.
INTRODUCTION: Burnout is described as physicial, mental and emotional exhaustion caused by work stress, development of negative emotions towards his/her job, colleages, even him/herself. Serious outcomes of burnout in terms of workers, clients and organizations are emphasized in the literature. It may cause resignation, absenteeism, demotivation, decrease in performance as well as more serious consequences such as fatigue, psychosomatic disorders, depression, anxiety, sleep disturbance, problems with partner/family, alcohol or substance abuse. Burnout is especially reported in individuals who do “people-work” and medicine is considered one of the professions carrying the highest risk of burnout. In this study, we aimed to investigate variables affecting burnout levels among medical doctors working in internal and surgical branches and examine the relationship of burnout with work engagement and organizational commitment.
METHODS: 82 medical doctors working in a private university hospital were included in the study which was designed as cross-sectional. Sociodemographic and professional data forms, Maslach Burnout Inventory, Organizational Commitment Scale and Work Engagement Scale were completed.
RESULTS: Three participants who did not fully complete study forms were exluded and the data of 79 were evaluated. Among participants, 40(50.6%) were working in internal and 39(49.4%) in surgical branches. There was no difference between branches in sociodemographic features and scale scores. Gender and having children were sociodemographic features; income and duration of occupation were professional features affecting scale scores. Positive and negative relationships between three scales and their subscales were detected in correlation analyses.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our findings suggest that there is no difference between medical doctors working in internal and surgical branches in burnout; but gender, having children, income and duration of occupation may affect burnout level. Organizational commitment and work engagement are among variables affecting burnout level, therefore efforts which will be spent for amelioration of these elements may provide benefit in the reduction of medical doctors' burnout.

5.Comorbidity in children and adolescents with conduct disorder: A retrospective analysis of 6-month period of time
Zeynep Göker, Çağatay Uğur, Gülser Dinç, Özlem Hekim Bozkurt, Özden Şükran Üneri
doi: 10.5505/kpd.2016.57966  Pages 185 - 193
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada 6 aylık bir zaman kesiti içinde davranım bozukluğu tanılı çocuk-ergenlerin klinik özellikleri incelendi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1 Ocak - 30 Haziran 2015 tarihleri arasındaki toplam 6 aylık sürede davranım bozukluğu tanısı DSM-IV ölçütleri esas alınarak konulmuş toplam 71 olgunun kaydı geriye dönük incelendi. Bozukluk ile ilişkili bulguların 10 yaşın altında saptanmış olanları “erken başlangıçlı” olarak kabul edildi. Olguların toplam zeka puanı, başka bir psikiyatrik bozukluk varlığı, uygulanan tedaviler kaydedildi. Okul başarısı değişkeni olguların zeka testi sonucu ve öğretmen geri-bildirim ölçeklerinde yer alan akademik başarı ile ilgili bilgiler esas alınarak düzenlendi. SPSS 17.0 programı ile analiz edilen değişkenlerde p<0.05 anlamlılık düzeyi olarak kabul edildi.
BULGULAR: Toplam 71 olgunun %66,2’si erkek ve yaş ortalaması 12,5 idi. Olguların %50,7’si DB ölçütlerini karşılıyordu. DB grubu yaş ortalaması BTA-DB grubundan yüksek bulundu (p=0,002). Olguların %32,4’ünde bozukluğun erken-başlangıç gösterdiği saptandı. BTA-DB’li olguların %45,7’sinde bulguların erken başlangıçlı olması anlamlı bulundu (p=0,018). Olguların %80,3’ünde (n=57) IQ 80 puan ve üzeri olduğu, erkeklerde daha yüksek oranlarda IQ<80 dağılımı (p=0.025) varlığı saptandı. Olguların %9,9’u en az bir madde kullanıyordu. Madde kullanım oranları DB olma (p=1,000), erkek olma (p=0,682), ya da bozukluğun erken başlamış olması (p=0,415) değişkenlerinden bağımsız bulundu. Olguların %64,8’inde bir başka psikiyatrik bozukluk, en sık da dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB, %21,1) varlığı saptandı. DB’li olgularda psikiyatrik eş-tanı varlığı anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,001). Olguların %59,2’sine farmakoterapi, %16’9’una psikoterapi, %12,7’sine kombine tedavi uygulandığı saptandı. DB’li gruba farmakoterapi uygulama oranları anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p=0,035). En sık önerilen ajanlar atipik antipsikotikler (başlıca risperidon ve aripipirazol, %49,3) idi. Antipsikotik ilaç tercihin erkek (p=0,005); antidepresan tercihinin kız (p=0,023) cinsiyetinde anlamlı olduğu görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: BTA-DB kendini 10 yaşından önce göstermektedir. DB’li olgularda psikiyatrik eş-tanı varlığı daha yüksektir. DB’li olgularda farmakoterapi uygulamalarının yüksekliği eş-tanı varlığı ile açıklanabilir.
INTRODUCTION: This study aimed to evaluate the clinical features of children and adolescents with conduct disorder diagnosed over a 6-month period of time.
METHODS: Between January and June 2015, data of 71 cases with conduct disorders were analyzed retrospectively. Symptoms related to the disorder began before 10 years of age were accepted as “early onset”. Total IQ, psychiatric disorders and treatment were recorded. SPSS was used for analyses.
RESULTS: Male sex was 66.2% of all cases and mean age was 12.5 years of age. 50.7% of all were counted as ‘conduct disorder (CD)’ and the rest of as ‘conduct disorder-not otherwise specified (NOS)’. Mean age was higher in CD group than that of CD-NOS (p=0.002). 32.4% of all cases had ‘early-onset’ of the disorder. Being ‘early-onset’ in CD-NOS group was found as significant compared with the CD group (p=0.018). IQ levels of 80.3% of the cases was 80 and above and having under 80 IQ levels were found at significant rate in male sex (p=0.025).
9.9% of the cases had any substance use. Being male (p=0.682), having CD (p=1.000) or early onset of the disorder (p=0.415) were not found as related to the substance use. 64.8% of the cases had another psychiatric disorder with most frequently of attention deficit hyperactivity disorder (21.1%). Psychiatric comorbidity was higher in CD group than that of CD-NOS (p value under 0.001).
59.2% of the cases had pharmacotherapy, 16.9% of had psychotherapy and 12.7% of them had coombined therapy.
Pharmacotherapy was higher in CD group than that of CD-NOS (p=0.035).
Mostly recommended agents were atypical antipsychotics (risperidone, aripipirazole, 49.3%). Antipsychotics were higher in males (p=0.005) whereas antidepressants were higher in females (p=0.023).
DISCUSSION AND CONCLUSION: CD-NOD emerges before 10 years of age. Psychiatric comorbidity is higher in CD. Pharmacotherapy applied to the CD group explains with the presence of comorbidity.

6.Psychiatric Disorders in Medically Ill Inpatients Referred for Consultation in a University Hospital
Evnur Kahyacı Kılıç, Rugül Köse Çınar, Mehmet Bülent Sönmez, Yasemin Görgülü
doi: 10.5505/kpd.2016.07108  Pages 194 - 201
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırma ile bir üniversite hastanesindeki psikiyatri konsültasyon hizmetlerinin hastaların sosyodemografik özelliklerine, konsültasyon istenen kliniklere, istenme nedenlerine, konulan psikiyatrik tanılara ve verilen psikiyatrik tedavilere göre dağılımı incelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1 Ocak-31 Aralık 2011 tarihleri arasında Trakya Üniversite Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yatarak tedavi gören ve psikiyatri konsültasyonu istenen 18 yaş ve üstü hastaların psikiyatrik değerlendirmelerinin kaydedildiği konsültasyon formları geriye dönük taranarak değerlendirilmiştir. Tanılar klinik görüşme sonucu DSM-IV-TR tanı kriterlerine göre yapılmıştır. Verilerin istatistiksel analizi SPSS 20.0 programı ile yapılmış ve sonuçlar yüzdelik değerler şeklinde verilmiştir.
BULGULAR: Araştırmaya psikiyatri dışı kliniklerde yatarak tedavi gören ve psikiyatri konsültasyonu istenen 422’si (%54.5) erkek, 353’ü (%45.5) kadın toplam 775 hasta dahil edilmiştir. Hastaların yaş ortalaması 50.4±15.5’tir. En sık psikiyatri konsültasyonu isteyen bölümler sırasıyla dahiliye (%35.2), fizik tedavi ve rehabilitasyon (%15.2) ve genel cerrahidir (%9.7). Konsültasyon istemleri depresif şikayetler (%24.5), herhangi bir neden belirtmeksizin psikiyatrik değerlendirme (%24.3), ajitasyon (%13.4) ve önceki psikiyatrik tanı ya da tedavi öyküsü (%10.1) nedeniyledir. Konsültasyon sonucu konulan psikiyatrik tanılar ise uyum bozuklukları (%19), deliryum (%18.1) ve depresyon (%17.4) şeklinde sıralanmıştır. Hastaların %23.7’sinde tanı ölçütlerini karşılayan herhangi bir ruhsal hastalık saptanmamıştır. Hastaların %35.2’sine antidepresanlarla, %22.6’sına antipsikotiklerle, %9’una benzodiazepinlerle, %1.2’sine duygudurum düzenleyici ilaçlarla tedavi önerilmiş, hastaların %32’sine ise ilaçsız takip önerilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Araştırmamızın sonuçları konsültasyon liyezon psikiyatri biriminin önemini vurgulamaktadır. Diğer klinikler ile kurulacak işbirliği ile hastaların ruhsal açıdan değerlendirilmeleri sonucu sadece fiziksel sağlıkları değil bütüncül bir yaklaşım ile ruhsal durumları da değerlendirilmiş olacaktır.
INTRODUCTION: The distribution of psychiatric consultations in a university hospital according to the socio-demographical attributes of the patients, the clinics from which the consultations were asked, the psychiatric diseases that were diagnosed and the psychiatric treatments were analyzed in this trial.
METHODS: The consultation forms of the patients aged 18 or more that were being treated in hospital from 1st Janurary to 31th December, 2011 and consulted to the psychiatry clinic were analyzed retrospectively. The diagnoses were made according to DSM- IV-TR diagnostic criteria. The statistical analysis were done with SPSS 20.0 and the results were given as percentage values.
RESULTS: 422 female (54.5%), 353 male (45.5%) totally 755 patients who were under treatment in hospital except psychiatry clinic and conculted to psychiatry were included in this trial. The mean age of the patients were 50.4±15.5. The most common consulting clinics were internal medicine (%35.2), pysical therapy and rehabilitation (%15.2) and general surgery (%9.7). The consulting reasons were depressive complaints (%24.5), psychiatric assesment asking without any reason (%24.3), agitation (%13.4) and as a result of prior psychiatric illness history (%10.1). Pyschiatric illnesses that were diagnosed were adjustment disorder (%19), delirium (%18.1) and depression (%17.4). There were no psychological disease that were providing diagnostic criteria in 23.7% of the patients. 35.2% of the patients were advised treatment with antidepressants, 22.6% with antipsychotics, 9% with benzodiazepines, 1.2% with mood stabilizers but 32 % were not advised any medical treatment.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The results of our investigation emphasizes the importance of consultation liaison psychiatry unit. By collaboration with other clinics, global assesment but not only physical wellness also psychological assesment of the patients will be evaluated.

REVIEW
7.A Review about the Mediating Role of Early Maladaptive Schemas in the Relationship between Childhood Emotional Abuse and Depression
Reyhan Arslan
doi: 10.5505/kpd.2016.42714  Pages 202 - 210
Çocuğun büyüme ve gelişmesini olumsuz yönde etkileyen her türlü davranış olarak tanımlanabilen çocuk istismarı yüzyıllardır var olan bir durum olmasına karşın, ancak son yüzyılda tıbbi ve sosyal açıdan önem kazanmaya başlamıştır. Türkiye’de de son yıllarda çocuk istismarına olan ilgi ve farkındalık giderek artmaktadır. Çocukluk dönemi istismarı alanında bu zamana kadar yapılan çalışmalarda fiziksel ve cinsel istismarın etkileri çokça araştırılmasına karşın, duygusal istismar ancak son yıllarda ayrı bir araştırma alanı olarak dikkat çekmeye başlamıştır. Çocukluk dönemi duygusal istismarı, erişkinler tarafından gerçekleştirilen, çocuğun kişiliğini zedeleyici ve psiko-sosyal gelişimini engelleyici eylemler olarak tanımlanır ve diğer istismar türlerine göre tanımlanması daha karmaşık, en az fark edilen ancak en sık rastlanan istismar çeşididir. Yapılan araştırmalarda, çocukluk döneminde duygusal istismara uğramış kişilerde yetişkinlik dönemine geldiğinde çeşitli ruhsal bozuklukların ortaya çıkabildiği; bunların içinde en sık karşılaşılan ruhsal bozukluğun ise depresyon olduğu görülmektedir. Ancak duygusal istismara maruz kalan herkes depresyona yakalanmadığından, duygusal istismar ve depresyon arasındaki ilişkide rol oynayabilecek aracı değişkenleri incelemek konuyu daha net bir şekilde anlamada yararlı olacaktır. Yapılan araştırmaların bulguları doğrultusunda, bu ilişkide aracılık eden en önemli değişkenlerden biri erken dönem uyumsuz şemalardır. Bu nedenle, bu yazıda çocukluk dönemindeki duygusal istismar yaşantısı ile yetişkinlik dönemindeki depresyon arasındaki ilişkide erken dönem uyumsuz şemaların aracı rolü incelenecektir.
Child abuse that may be defined as acts affecting child’s development adversely has been there for centuries; however, it has gained importance medically and socially in the last century. In recent years, the interest and awareness in child abuse have been increased in Turkey, as well. The different effects of childhood physical and sexual abuse have been excessively examined in the past studies; however, emotional abuse has been attracted much attention as a distinct topic in recent years. Childhood emotional abuse is defined as the acts of adults that impair the child’s personality and psychosocial development and it is more complicated, least recognized, but also the most common type of abuse when compared to other subtypes of abuse. There are many adverse effects of emotional abuse that appears in both childhood and adulthood. As indicated in research studies, depression is one the most commonly encountered psychological disorders in people who had emotionally abused in childhood. However, not everyone who experiences emotional abuse will develop the disorder, so examining the role of the mediating factors in the relationship between childhood emotional abuse and depression is important for understanding the issue more clearly. One of the most significant factors that can mediate this relationship is early maladaptive schemas. Thus, in this review, the mediating role of early maladaptive schemas in the relationship between childhood emotional abuse and depression in adulthood will be examined.

CASE REPORT
8.Amotivational Syndrome Caused by Cannabis Use: A Case Who Improved with Additional Testosterone Combination Treatment
Suat Ekinci, Hanife Uğur Kural
doi: 10.5505/kpd.2016.88597  Pages 211 - 214
Esrar, cannabis sativa adlı bitkinin tohumlarından ve kurutulmuş yapraklarından elde edilir, keyif verici etkisi nedeniyle dünyada yaygın olarak kullanılmaktadır. Yapılan epidemiyolojik çalışmalarda, en az bir kez esrar kullanımı ülkeler arasında büyük farklılıklar göstermektedir. İngiltere’de %41, Danimarka %17, Macaristan %6, Türkiye’de %1.2-4 kullanım oranları belirlenmiştir. Esrar kullanım bozukluklarının, klinik sınıflandırılması ve tedavisiyle ilgili bir çok çalışma yapılmıştır. Esrar kullanımına bağlı gelişen amotivasyonel sendrom ise klinik olarak az bilinmekte ve tedavisi ile ilgili günümüzde çok az klinik çalışma bulunmaktadır. Amotivasyonel sendrom, kronik esrar kullanımı ile ortaya çıkan; enerjide azalma, motivasyon düşüklüğü, sosyal etkileşimsizlik, duygulanımda küntleşme, amaca yönelik aktivitelerde azalma, zayıf muhakeme, konsantrasyon eksikliği, bellek kusuru gibi bilişsel ve duygusal fonksiyonlarda bozulmayla seyreden bir sendromdur.
Yapılan çalışmalarda, kronik esrar kullanım bozukluğu olanlarda, motivasyon düşüklüğü, enerji azlığı gibi amotivasyonel sendrom klinik belirtileri %16-21 oranında görülmekte buna rağmen amotivasyonel sendrom, az tanı konulan, ayrıcı tanısı ve tedavisi konusunda çok az çalışmaların olduğu bir klinik tablo olarak karşımıza çıkmaktadır. Tedavisinde, öncelikle altta yatan nedenin ortadan kaldırılması, esrar kullanımı varsa bırakılması önerilmektedir. Bu yazıda, kronik esrar kullanımı sonucu amtoivasyonel sendrom gelişen bir olguda, testosteron ekleme tedavisiyle, klinik belirtilerinde düzelme gözlenen bir olgu sunulmaktadır.
Cannabis which is obtained from seeds and dried leaves of the cannabis sativa plant is widely used in the world due to its recreational effect. Epidemiological studies were suggested huge differences among countries in terms of using cannabis at least once. The percentiles of use for countries were determined as 41% in England, 17% in Denmark, 6% in Hungary, and 1.2-4% in Turkey. Lots of studies about cannabis use disorders, clinical classification, and treatment were conducted. However, amotivational syndrome caused by cannabis use is not only a clinically less known phenomenon but also we have limited clinical experience about this syndrome. Amotivational syndrome is a syndrome which is caused by cannabis use and which goes along with the cognitive and emotional dysfunctions such as decrease in energy and motivation, lack of social interaction, apathy, decrease in goal-oriented activities, poor judgement, lack of concentration, and memory problems. In studies, it was shown that clinical symptoms of motivational syndrome such as decrease in motivation and energy in 16-21% of people with cannabis use disorder was observed but motivational syndrome emerges as a clinical phenomenon which has been diagnosed less and we have a few studies about definitive diagnosis and treatment. For treatment, it is recommended that underlying problem should be eliminated and that cannabis use should be stopped.. In this article, a case which had amotivational syndrome caused by cannabis use and which had a recovery in clinical symptoms with the treatment of adding testosterone.

LookUs & Online Makale