ISSN 1302-0099 | e-ISSN 2146-7153
TURKISH JOURNAL CLINICAL PSYCHIATRY - J Clin Psy: 6 (1)
Volume: 6  Issue: 1 - 2003
RESEARCH ARTICLE
1.Compliance to Treatment in Depressive Patients: A Naturalistic Follow-up Study
Süreyya Özel ERVATAN, Aynur ÖZEL, Hakan Türkçapar, Nuray Atasoy
Pages 5 - 11
Depresyonu olan hastaların, önemli bir halk sağlığı yükü oluşturması ve etkin tedavileri olmasına rağmen, çoğu hasta yeterli tedavi görmemektedir. Araştırmalara göre major depresyonlu hastaların sadece %10'u, yeterli dozda antidepresan tedaviyi, yeterli sürede almaktadır. Yetersiz tedaviye neden olan ana etken, doz atlanması ve tedavinin erken kesilmesine bağlı tedavi rejimine uyumsuzluktur. Araştırmaya SSK Ankara Eğitim Hastanesi Polikliniği’ne başvuran 97 major depresyon hastası alınmıştır. Hastalar, altı ay süresince ayaktan izleme alınmış, önerilen antidepresan tedaviyi erken kesip kontrollerine gelmemelerine göre tedaviye uyumlu olan ve olmayan grup olarak iki gruba ayrılmıştır. Bu iki grup klinik ve sosyo- demografık özellikleri açısından karşılaştırılmış ve tedaviye uyumsuzluğa neden olabilecek faktörler araştırılmıştır. Tedaviye uyum gösteren 71 hasta ve göstermeyen 26 hastanın klinik ve sosyodemografik özellikleri istatistiksel olarak karşılaştırıldığında, kadınların tedaviye uyumunun daha yüksek olduğu ve bu bulgunun istatistiksel olarak anlamlı olduğu görülmüştür. Ayrıca doz rejimine uyumlu olan hastaların istatistiksel olarak anlamlı düzeyde tedaviye daha uyumlu oldukları bulunmuştur.
In spite of the public health burden presented by depression and the availability of medications with well demonstrated efficacy, many depressed patients remain undertreated. According to research data only 10% of patients with major depression received adequate doses of antidepressant therapy for an adequate period of time. Main factor contributing to undertreatment is nonadherence to the recomended treatment regimen, including both missed doses and early discontinuation of medication. Ninety seven major depressive patients who were recruited from outpatient clinic of SSK Ankara Residency Training Hospital entered the study. Patients were divided into two groups according to early discontinuation of medication as compliant and non-compliant group, and have been followed up for six months. These two groups were compared according to the clinical and sociodemografic features and the factors which may cause non-compliance to treatment have been investigated. When the clinical and sociodemografic characteristics of 71 compliant and 26 non-compliant patients were analysed as statistically, it has been seen that treatment compliance of women were higher significantly. Also it has been found that the patients compliant to dose regimen were more compliant to treatment and this finding statistically significant.

2.Evaluation of Symptoms of Acute Stress Disorder in Victims of Motor Vehicle Accidents
M. Tayfun TURAN, Salih KELEŞ
Pages 12 - 17
Motorlu araç kazaları akut stres bozukluğunun ve travma sonrası stres bozukluğunun önemli bir nedenidir. Bu çalışmada trajik kazası geçirmiş olan ve orta veya şiddetli derecede yaralanmış olan hastalarda kazadan sonraki ilk haftalarda hangi oranda akut stres bozukluğu semptomlarının geliştiğini araştırmak ve akut stres bozukluğu semptom şiddeti ile hastaların demografik özellikleri ve kazayla ilgili özellikler arasındaki ilişkileri incelemekti. Çalışmaya motorlu araç kazası sonucu orta ve şiddetli derecede yaralanmış 40 yatan hasta dahil edildi. Klinik görüşme kazadan 3-15 günler arasında bir psikiyatrist tarafından yapıldı. Hastaların psikiyatrik semptomlarını ve yaralanmanın derecesini ölçmek için Travma Sonrası Stres Ölçeği, Olayın Etkisi Ölçeği, Beck Depresyon Envanteri, Durumluluk Kaygı Ölçeği ve Kısaltılmış Injuri Ölçeği kullanıldı. Kalp hızı ve kan basınçları ölçüldü. Olayın Etkisi Ölçeği, Beck Depresyon Envanteri, Durumluluk Kaygı Ölçeği skorları ve kalp hızı akut stres bozukluğu semptomları şiddetli olanlarda, daha hafif olanlara göre anlamlı derecede yüksek bulundu. Travma Sonrası Stres Bozukluğu Ölçeği puanları şiddetli derecede yaralananlarda orta derecede yaralananlara göre artmış olarak gözlendi. Bu bulgular mevcut literatür ışığında tartışıldı.
Motor vehicle accidents are important in occurrence of acute stress disorder and posttraumatic stress disorder. In this study we aimed to find out the occurrence rate of symptoms of acute stress disorder, and to investigate the relationships among the demographic features of patients, the severity of acute stress disorder and the characteristics of accidents in patients with moderate or severe injury following motor vehicle accidents. The study consisted of 40 moderately or severely injured inpatients following motor vehicle accidents. The clinical interview was performed by a psychiatrist on days 3-15 following accidents. Posttraumatic Stress Disorder Checklist, Impact of Event Scale, Beck Depression Inventory, State Anxiety Inventory and Abbreviated Injury Scale were used to evaluate the psychiatric symptoms and the severity of injury of the patients. Heart rates and blood pressures were assessed. Impact of Event Scale, Beck Depression Inventory, State-Trait Anxiety Inventory scores and the heart rates were significantly higher in the patients who had severe acute stress disorder symptoms than those of the patients who had lower symptoms. It was also found that Posttraumatic Stress Disorder Checklist score in the patients with severe injury was significantly higher than that in the patients with moderate injury. These findings were discussed in the light of existing literature.

3.Not All Cases Diagnosed as Anxious Depression Reveal an Underlying Depressive Disorder: A Comparative Follow-up Study
Cumhur Boratav, Atıf Koç
Pages 18 - 26
Bu çalışmada anksiyeteli depresyon olgularının bazılarının aslında bir anksiyete bozukluğu olduğu varsayımı araştırılmıştır. Bu amaçla 15 anksiyeteli depresyon, 20 panik veya yaygın anksiyete bozukluğu olan hasta alınmış, 1.5 mg/gün lorazepam verilerek 3 hafta süreyle izlenmiştir. İzlem sonunda 5 depresyon olgusunun 17 Beck Depresyon Ölçeği puanının altına indiği saptanmıştır. Benzodiyazepine yanıt veren bu grubun ölçek puanları, belirti sayısı, belirti düzelme oranı açısından anksiyete ve depresyon grupları arasında ara bir pozisyonda kaldığı ve belirti başlama zamanı bakımından depresyon grubundan ayırt edilemediği görülmüştür. Sonuç olarak, başlangıçta öne sürülen varsayım kanıtlanamamıştır, ancak kimi depresyon olgularının anksiyete bozukluğu ya da depresif bozukluk olarak adlandırılmayacak ara bir pozisyon gösterdikleri ortaya konmuştur.
The present study aimed at testing the hypothesis that cases diagnosed as anxious depression may primarily reflect cases of anxiety disorder. For this purpose, 15 patients diagnosed as anxious depression and 20 patients with panic or generalized anxiety disorder were enrolled into a prospective study. The patients were given lorazepam at a dose of 1.5 mg/ day and followed up for a period of 3 weeks. At the end of the observation period, 5 patients with anxious depression were noted to have a score less than 17 according to Beck Depression Inventory. The group of patients that responded to benzodiazepine remained in a position halfway between anxiety and depression in terms of scale scores, quantity of symptoms and the rate of improvement of symptoms. The onset of symptoms in this sub-group of patients was indistinguishable from those of depression. Although our findings fail to provide a supportive evidence for the anticipated hypothesis, they suggest that at least a sub-group of depression cases remain in an indefinite position that can neither be classified as anxiety disorder nor a depressive disorder.

4.Can Medical Inpatients in Need of Psychiatric Help Be Recognized?
Kemal YAZICI, Şenel TOT, Aylin YAZICI, Pervin Erdem, Visal BUTURAK, Yavuz OKYAY, Yıldırım ŞİMŞEK
Pages 27 - 31
Bedensel hastalık varlığının herhangi bir psikiyatrik bozukluk riskini arttırdığı bilinmektedir. Oldukça yaygın olmasına rağynen tıbbi ortamlarda psikiyatrik bozuklukların tanınmasında ve tedavisinde önemli eksiklikler vardır. Bu çalışmada, hastanede yatan hastalardaki anksiyete ve depresyon belirtilerinin değerlendirilmesi ve psikiyatrik yardıma ihtiyacı olduğunu düşünen hastalardan psikiyatri konsültasyonu istenme oranlarının araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde yatarak tedavi gören hastalar alınmıştır. Hastalara, araştırmacılar tarafindan hazırlanan bilgi formu ve Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği (HAD) uygulanmıştır. Çalışmaya toplam 239 hasta (erkek=135, kadm=104) alınmıştır. Psikiyatrik yardıma ihtiyacı olduğunu düşünen hasta oranı %26.8 (n=64j, olmadığını düşünenlerin oranı %73.2 (n=175j bulunmuştur. Psikiyatrik yönden yardıma ihtiyacı olduğunu düşünenlerin HAD-Depresyon ve HAD-Anksiyete (9.4±4.5 ve 10.9±4.8j skorları, olmadığını düşünenlerden (7.1 ±4.4 ve 7.2±4.4j anlamlı olarak yüksektir. 239 hastanın 14ü (%5.9j psikiyatri uzmanı tarafından değerlendirilmiştir. Psikiyatrik yardıma ihtiyacı olduğunu düşünen 64 hastanın ise ancak Si (%7.8) yatış süresince psikiyatrik yardım aldıklarım belirtmişlerdir. Bu verilere göre psikiyatri konsültasyonu istenme oranının yeterli düzeyde olmadığı söylenebilir. Hekimlere bu konuda mezuniyet sonrası eğitimi verilmesi, hastaların ruhsal sıkıntılarım ifade etmelerine olanak veren ortamların sağlanması ve genel hastanelerde geleneksel konsültasyon modeli yerine liyezon modeline dayalı yaklaşımların yerleştirilmesinin faydalı olacağı kanısındayız.
Presence of a medical illness increases the risk for any psychiatric disorder. Despite their common occurrence, psychiatric disorders are frequently underrecognised and undertreated in medical-surgical services. The objectives of this study were to determine the relationship between the opinion of medical and surgical inpatients that they needed psychiatric help and the rate of psychiatric consultations and to evaluate the symptoms of anxiety and depression. Inpatients in Hospital of Medical Faculty of Mersin University were included in the study. Patients were administered a questionnaire and Hospital Anxiety and Depression Scale. Results of239 patients (men=135, women = 104) were evaluated. The rate of patients thinking that they needed psychiatric help was 26.8% (n=64), and that of patients thinking that they did not need was 73.2% (n=175). The patients thinking that they needed help had significantly higher scores on HAD- Depression and HAD-Anxiety subscales (9.4±4.5 ve 10.9±4.8 ) compared to those thinking that they did not need help (7.1±4.4 ve 7.2±4.4). Of the total 239 patients, 14 (5.9%) were evaluated by a psychiatrist during their stay in hospital. Of the 64 patients thinking that they needed psychiatric help, only 5 (7.8%) reported that they were evaluated by a psychiatrist.Data of this study suggest that the rate of psychiatric consultations was not adequate. We think that post-graduate education of physicians, providing a suitable environment for patients to express their psychological complaints and establishing an approach based on liason model instead of conventional consultation model in general hospitals will be beneficial.

5.Comparison of Demographic and Some Clinical Characteristics of Patients with Social Phobia and Panic Disorder
Hatice GÜZ, Nesrin DİLBAZ
Pages 32 - 38
Bu çalışmada sosyal kaygı ve panik bozukluğu olan hastalar sosyodemografik ve bazı klinik özellikleri açısından karşılaştırıldı. Çalışma ölçütlerini karşılayan 72 sosyal kaygı, 51 panik bozukluğu hastası çalışmaya alındı. Tüm hastalara sosyodemografik bilgi formu, Hamilton Depresyon ölçeği (HDÖ), Hamilton Anksiyete ölçeği (HAÖ), Sheehan Yeti Kaybı Ölçeği, SCL-90-R Belirti Tarama Listesi, Anksiyete Duyarlılığı Ölçeği (ADÖ) uygulandı. Örneklemimizde sosyal kaygının, panik bozukluğuna göre erkek, bekar, yüksek eğitim düzeyinde ve ergenlik çağında okul korkusu olanlarda daha fazla görüldüğü ve hastalık süresinin daha uzun olduğu saptandı (p<0.05). HDÖ ile HAÖ puanları ve Sheehen ev-aile ile ilgili alanlarda yeti kaybı panik bozukluğu olan hastalarda sosyal kaygı bozukluğu olanlara göre daha yüksek idi (p<0.05). SCL-90-R'de ise somatizas- yon, obsesyon-kompulsiyon, depresyon, anksiyete, öfke-düşman- lık, paranoid düşünce, psikotizm ve toplam puanlarının panik bozukluğu grubunda sosyal kaygı bozukluğu olan gruba göre daha yüksek olduğu belirlendi (p<0.05). Bu bulgular ışığında, her ikisi de anksiyete bozukluğu olmasına karşın panik bozukluğun sosyal kaygı bozukluğuna göre daha şiddetli seyreden bir hastalık olduğu düşünülmektedir.
In this study, the socio-demographic and some clinical characteristics of patients with social phobia and panic disorder were compared. Seventy-two patients with social phobia and 51 patients with panic disorder were included in the study. Alongside a sociodemographic information questionnaire, all patients were given a Hamilton Rating Scale for Anxiety, Hamilton Depression Scale, Sheehan Disability scale, SCL-90 symptom checklist, Anxiety Sensitivity Index. In our sample, social phobia was more frequent in males, singles, and participants with higher education levels and adolescents with school phobia than the panic disorder, and also the period of illness was longer in patients with social phobia (p<0.05). The scores of Hamilton Depression Scale, Hamilton Rating Scale for Anxiety and function lose in the area of home and family of Sheehan Disability scale were higher in patients with panic disorder than the patients with social phobia (p<0.05). The somatization, obsession-compulsion, depression, anxiety, anger-hostility, paranoid ideation, psychoticism and total scores of SCL-90 were higher in the patients with panic disorder (p<0.05).In the light of these findings, although both of the disorders are anxiety disorders, panic disorder is thought to be more severe than the social phobia.

6.Empathy-Objectivity Dilemma in Psychotherapy
M. Haluk Özbay, Banu Işık CANPOLAT
Pages 39 - 45
Bu yazının amacı, empati ve nesnelliğin psikoterapideki yerini tartışmaktır. Aynı zamanda, psikoterapist için empati ve nesnelliğin bir ikilem oluşturup oluşturmadığına da değinilmiştir. Bir çok çalışmacı, empatinin geçici, bilinç ya da bilinç öncesinde sınırlı, regresif olmayan, kolayca geri dönebilen bir yapıyla karakterize özel bir özdeşim şekli olduğunu ileri sürmüştür. Empatik anlamayla kavramsallaştırılan olgu ise, daima kişiler arası bağlamda ortaya çıkar ve bir bilgiden çok bir inanıştır. Bir psikoterapist, terapi sırasında kendi psikolojisini kullanmak zorundadır. Bunu en iyi şekilde yapabilmek için psikoterapistin kendi psikolojisini tanıması gerekmektedir. Bunun dışında analistin görüşü her durumda "daha doğru" bir gerçeklik olmamakla birlikte her zaman için farklı bir gerçekliktir. Psikoterapist, hastası hakkında gerçek bilgi edinmek istiyorsa bilimsel bir yöntem yani bir teknik kullanmalıdır. Empati, terapiste gerçekliği ispatlanmamış bir bilgi sunmaktadır. Bu nedenle de empati, psikoterapide tek başına bir yöntem olarak kullanılamaz ve her psikoterapi tekniğinde mutlaka yer alması, her terapistin amaç edinerek ve aktif olarak uygulaması gerekmemektedir. Nesnellik ve öznelliğin çoğu tartışmasında, nesnellik teriminin kökü olan "nesne" terimi gözden kaçırılmıştır. Bu terimin anlamı "düşünen akıl ya da öznenin dışında olan bir şefdir. Yani bir insanın, doğası gereği nesnel olması mümkün değildir. Ancak bilimler nesnel olabilirler. Terapistin empati yapmak ya da nesnel olmak gibi kaygıları olmamalıdır.
The objective of this paper is to discuss the place of empathy and objectivity in psychotherapy. Furthermore, it is also addressed whether empathy and objectivity create a dilemma for psychotherapist. Most of researchers suggest that the empathy is a special identification form that is characterised by a transient, consciously or preconsciously determined, nonregressive and easily reversible nature. The phenomenon conceptualised by the emphatic understanding is always within the interpersonal context and is a belief rather than a knowledge. A psychotherapist must use his own psychology during therapy, which requires that he should know his psychology thoroughly. Other than this, the analyst's opinion is always a different reality though it may not be a more accurate reality in all circumstances. The psychotherapist should use a scientific method or technique to get valid knowledge about the patient. Empathy presents to the therapist an unverified knowledge. For this reason, empathy alone cannot be used as a method in psychotherapy and it is not required in all psychotherapy sessions nor the therapist should actively use it. In most of the discussions on the objectivity and subjectivity, the term "object" which is the root of the term "objectivity" is often ignored. The meaning of this term is something external to the cognitive mind or subject. It is impossible for a human being to be objective due to his or her nature. That is only the science that can be objective. The therapist should not to be worried about making empathy or being objective.

REVIEW
7.Psychoanalytic Views on Obsessive-Compulsive Disorder
Volkan Topçuoğlu
Pages 46 - 50
Bu yazıda Obsesif Kompulsif Bozuklukla ilgili psikanalitik görüşlerin derlenmesi amaçlanmıştır. Freud’un obsesyonel nörozun oluşumu ile ilgili açıklamaları ayrıntılı bir şekilde ortaya konmuş ve daha sonra, tarihsel bir sıra takip edilerek, bu hastalıkla ilgili modern psikanalitik teoriler aktarılmıştır. Ayrıca, psikanalitik tedaviye başvurmanın uygun olacağı durumlara değinilmiştir.
The aim of this article is to review the psychoanalytic views on Obsessive Compulsive Disorder. The explanations of Freud on obsessional neurosis are presented thoroughly and then modern psychoanalytic theories on this disorder are given in chronological order. Additionally, the conditions where psychoanalytic treatment are appropriate are outlined.

8.Schizophrenia: Estrogen and Brain
Sermin KESEBIR, Şebnem PARILDAR
Pages 51 - 55
Üreme dönemi boyunca bazal önbeyinde meydana gelen nöroen- dokrin değişikliklerin şizofreni etiyopatogenezi ile ilişkili olduğu düşünülmüştür. Böyle bir ilişkinin anatomik, biyokimyasal ve moleküler yönleri az sayıda ancak önemli çalışmalara konu olmuştur. Öncelikle şizofreninin başlangıç yaşının, olguların pek çoğunda, üreme işlevlerinin olgunlaştığı döneme rastlaması dikkati çekmiştir. Üreme dönemi boyunca özellikle pubertede beyin östrojen ve testosteron baskınına uğramaktadır. Buna ek olarak gonadotropik ve gonadal hormonlar limbik sistemde ve hipotalamusta oldukça yüksek konsantrasyonlarda bulunmaktadır. Bazal önbeyinde inhibitor nörotransmiterlerin salınanında ve reseptör sayılarındaki artışın neden olduğu fokaI inhibitor mekanizmalardaki dengesizliğin, duyarlı bireylerde şizofreni başlangıcında etkili olacağı öne sürülmüştür. Östrojen yokluğu psikoz için bir risk etkeni olarak öne sürülmüştür. Bu yazının konusu şizofreni ile östrojen arasındaki olası etiyopatogenetik ve patofizyolojik ilişkilerin incelenmesidir.
The neuroendocrine changes that occur in specific areas of the basal forebrain during the reproductive period are reviewed in relation to reported anatomic, molecular and biochemical pathologies of schizophrenia. Onset of schizophrenia occurs during the reproductive period in frequent of those affected. There is flood of estrogen and testosterone to the brain and body during puberty and throughout the reproductive period. In addition to this gonadotropic and gonadal hormones in limbic system and hyphothalamus are highly in concentration. Inequilibrium of focal inhibition mechanism due to increase in the release of inhibitory neurotransmitters in basal forebrain or increase in the number of the receptors could be effective in the emergence of the schizophrenia in susceptible individuals. Estrogen withdrawal may be risk factors for the psychosis. Topic of this paper is on possible etiopathogenetic and pathophysiologic relationships between schizophrenia and estrogen.

CASE REPORT
9.Two Sisters with Anorexia Nervosa: Case Report
Burhanettln Kaya, Duygu YIGİTTÜRK, H. Dilek YALVAÇ
Pages 56 - 61
Anoreksiya Nervoza (AN) uzun yıllardır tanınan bir bozukluk olmasına karşın, son yıllarda daha çok araştırılmaya ve dikkatleri üzerinde toplamaya başlamıştır. Kadınlarda yüksek oranda görülmesi, ergenlik döneminde başlaması, aile içi çatışmaların bozukluğun oluşmasındaki rolü ve ailesel yüklülük etiyolojiye yönelik tartışmaları arttırmaktadır. AN'nin nörobiyolojik temelleri, davranış genetiği, aile dinamikleri, sosyo-kültürel özellikler, psiko-seksüel gelişim ve bilişsel-davranışçı temeller ile ilgili daha fazla araştırmaya gereksinim olduğunu açıktır. Küreselleşmenin insan bedeninde ve ruhunda yarattığı değişimler yeme bozukluklarının, salt yüksek sosyoekonomik düzeye sahip olanların değil, tüm sosyoekonomik ve kültürel katmanları ilgilendiren bir sorun haline gelmesini sağlamıştır. Bu yazıda farklı klinik özellikler ve bilişsel özellikler sergileyen iki kız kardeş AN olgusu kaynaklar çerçevesinde tartışılmıştır.
Although anorexia nervosa (AN) has been known for years, it has been started to be more researched and more paid attention for recent years. High proportion at women, beginning at the age of adolescence, the role of family conflict in forming disorder, and familial loading have been increased discussion devoted to etiology. It is cleared that AN is needed more research about basis of neurobiology, the behavioral genetic, the family dynamics, sociocultural characteristics, psychosexual development and cognitive-behavioral aspects. The effects of globalization on human body and psyche caused the eating problems are become widespread, not only in high socioeconomic level, but also all socioeconomic and cultural levels. In this article, two sisters of AN cases showing different clinic features has been discussed in the light of literature.

LookUs & Online Makale