ISSN 1302-0099 | e-ISSN 2146-7153
TURKISH JOURNAL CLINICAL PSYCHIATRY - J Clin Psy: 25 (4)
Volume: 25  Issue: 4 - 2022
EDITORIAL
1.Re-discussing Turkey's mental health structure: Where are we going? (tur)
Burhanettin Kaya
doi: 10.5505/kpd.2022.75508  Pages 348 - 349
Abstract |Turkish PDF

RESEARCH ARTICLE
2.Assessment of retinal findings in children and adolescents with specific learning disorder: A case-control study (eng)
Aziz Kara, Okan Ağca
doi: 10.5505/kpd.2022.34545  Pages 350 - 355
GİRİŞ ve AMAÇ: Özgül Öğrenme Bozukluğu; genetik, epigenetik ve çeşitli çevresel faktörlere bağlı olarak ortaya çıkan nörogelişimsel bir bozukluktur. Bu çalışmanın amacı, özgül öğrenme bozukluğu tanısı alan çocuk ve ergenleri göz içi basıncı, retina sinir lifi tabakası, santral makular kalınlık ve koroid kalınlığı açısından sağlıklı kontrollerle karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu prospektif vaka kontrol çalışmasına 30’u özgül öğrenme bozukluğu ve 33’ü kontrol olmak üzere 63 çocuk ve ergen dahil edildi. Vaka ve kontrol grupları, 'Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli-DSM-5 Türkçe Versiyonu’ kullanılarak değerlendirildi. Olgu ve kontrol grupları göz içi basıncı ve optik koherens tomografi ölçümleri ile retina bulguları açısından karşılaştırıldı. Çalışmada farklı retina sinir lifi kalınlıkları sağ ve sol göz için ayrı ayrı kadranlara ayrılarak karşılaştırıldı.
BULGULAR: Olgu grubunda sadece sağ göz superior nazal kadran retina sinir lifi kalınlığı kontrol grubuna göre daha düşük bulundu. Diğer parametreler açısından gruplar arasında fark yoktu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız, özgül öğrenme bozukluğu olan çocuk ve ergenlerde kontrol grubuna göre düşük sağ göz superior nazal kadran retina sinir lifi tabakası kalınlığını göstermektedir. Ancak göz içi basıncı ve diğer retina bulguları açısından gruplar arasında fark yoktu. Özgül öğrenme bozukluğundaki retina bulgularının topluma genellenebilmesi için daha büyük örneklemli boylamsal çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Specific Learning Disorder; is a neurodevelopmental disorder that arises due to genetic, epigenetic and various environmental factors. The aim of this study is to compare children and adolescents diagnosed with specific learning disorder with healthy controls in terms of intraocular pressure, retinal nerve fiber layer, central macular thickness and choroidal thickness.
METHODS: This prospective case-control study included 63 children and adolescents, including 30 with specific learning disabilities and 33 controls. The case and control groups were assessed using ‘Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia School-Age Children-Present and Lifetime Version Form-DSM-5 Turkish Version for diagnostic interview. Case and control groups were compared in terms of retinal findings by performing intraocular pressure and optic coherence tomography. In the study, various retinal nerve fiber layer quadrants were compared separately for the right and left eyes.
RESULTS: In the case group, only the right eye superior nasal retinal nerve fiber layer quadrant thickness was found to be lower than the control group. There was no difference between the groups in terms of other parameters.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study indicates a lower right eye superior nasal retinal nerve fiber layer quadrant thickness in children and adolescents with specific learning disorder as compared to controls. However, there was no difference between the groups in terms of intraocular pressure and other retinal findings. Longitudinal studies with larger samples are needed in order to generalize retinal findings in specific learning disorder to the population.

3.Attention deficit hyperactivity disorder in elderly individuals: Prevalence and clinical features (tur)
Şilan Şenbayram Güzelbaba, Lut Tamam, Mehmet Emin Demirkol, Zeynep Namlı, Mahmut Onur Karaytuğ, Caner Yeşiloğlu
doi: 10.5505/kpd.2022.26042  Pages 356 - 365
GİRİŞ ve AMAÇ: Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) yaşlılarda çocuk ve genç erişkinlerden farklı bulgularla karşımıza çıkmaktadır. İleri yaşlarda tanı atlanmakta ya da yanlış tanılar nedeniyle hastalar çoklu ilaç kullanımına maruz kalmaktadır. Bu durum işlevsellikte bozulmaya ve mali yüke neden olmaktadır. Çalışmamız yaşlılarda DEHB sıklığını ve klinik özelliklerini belirlemeyi amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmanın örneklemini psikiyatri polikliniğine tedavi amacıyla başvuran 65 yaş ve üzeri 70 hasta (klinik örneklem) ve hastalar ile benzer sosyodemografik özellikler gösteren 70 sağlıklı kontrol oluşturmaktadır. DEHB tanısı klinik görüşme, aile görüşmesi ve Wender Utah Derecelendirme Ölçeği (WUDÖ), Erişkin DEHB Özbildirim Ölçeği (ASRS) uygulamaları ile konuldu. Ek tanıların belirlenmesinde DSM-5 Yapılandırılmış Klinik Görüşmesi-Klinik Versiyonu (SCID-5-CV), dürtüselliğin değerlendirilmesinde Barratt Dürtüsellik Ölçeği (BDÖ-11) kullanıldı.
BULGULAR: Klinik örneklemde DEHB prevalansı çocukluk çağında %26, erişkin dönemde %11’dir. Kontrol grubunda çocukluk çağı DEHB (Ç-DEHB) prevalansı %4.2’dir ve erişkin dönemde DEHB (E-DEHB) tanısı saptanmadı. Klinik örneklemde E-DEHB tanısı olanların olmayanlara göre BDÖ-11- motor dürtüsellik alt ölçek puanı anlamlı derecede yüksekti (p=0.04). Klinik örneklemde BDÖ-11-toplam ve tüm alt ölçek puanları Ç-DEHB tanısı alanlarda almayanlara göre anlamlı derecede yüksekti (p<0.05 her biri için).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma daha önce psikiyatrik tanı alan yaşlı bireylerin sağlıklı popülasyona göre daha yüksek oranda DEHB tanısı olduğunu, DEHB’nin duygudurum bozuklukları ve anksiyete bozukluklarına sıklıkla eşlik ettiğini göstermiştir. Bu veriler DEHB ve diğer ruhsal bozukluklar arasında neden- sonuç ilişkisinin ya da hastalıkların etiyopatogenezinde benzerlikler olabileceğini düşündürmektedir. 65 yaş üstü klinik örneklemde DEHB semptomlarının sorgulanması, doğru tanının ve uygun tedavinin belirlenmesine katkıda bulunacaktır.
INTRODUCTION: Attention Deficit Hyperactivity Disorder (ADHD)’s clinical appearance of the older adults is different from that of children and young adults. The diagnosis is generally missed in older ages or patients are exposed to polypharmacy due to misdiagnoses. This situation causes deterioration in functionality and financial burden. Our study aims to determine the frequency and clinical features of ADHD in the elderly.
METHODS: We included 70 individuals aged 65 and over, who admission in our outpatient clinic as the clinical sample, and 70 healthy volunteers as the control group who had similar sociodemographic characteristics with the clinical sample. We diagnosed ADHD with Wender Utah Rating Scale (WURS) and Adult ADHD Self-Report Scale (ASRS) scores, family interviews, and psychiatric interviews. We used DSM-5 Structured Clinical Interview-Clinical Version (SCID-5-CV) to identify additional diagnoses and Barratt Impulsivity Scale (BDI-11) to evaluate impulsivity.
RESULTS: The prevalence of childhood ADHD (C-ADHD) was 26%, and adult ADHD (A-ADHD) was 11% among the clinical sample. The prevalence of C-ADHD was %4.2, and there was no A-ADHD in the control group. The BIS-11-motor subscale score was significantly higher in those with A-ADHD than those without in the clinical sample (p=0.04). The BIS-11-total and all subscale scores were significantly higher with C-ADHD than those without C-ADHD in the clinical sample (p<0.05 for each).
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study suggests that individuals with a previous psychiatric diagnosis have a higher rate of ADHD diagnosis compared to the healthy population, and ADHD often accompanies mood disorders and anxiety disorders. There may be a cause-effect relationship between ADHD and other mental disorders or similarities in the etiopathogenesis. Questioning ADHD symptoms in clinical samples over 65 years of age will contribute to determining the correct diagnosis and appropriate treatment.

4.Psychological resilience and impulsivity in trichotillomania and skin picking disorder (tur)
Efruz Pirdoğan Aydın, Hasan Demirci, Jülide Güler Kenar, Ömer Akil Özer, Oğuz Karamustafalıoğlu
doi: 10.5505/kpd.2022.78466  Pages 366 - 375
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada amacımız deri yolma bozukluğu (DYB) ve trikotillomani (TTM) tanılı hastaları psikolojik dayanıklılık açısından sağlıklı kontrollerle karşılaştırmak ve psikolojik dayanıklılık düzeylerinin dürtüsellikle olan ilişkisini incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: DSM-5 tanı kriterlerine göre DYB (n=43) veya TTM (n=34) tanısı alan hastalar ve yaş, cinsiyet ve eğitim durumu eşleştirilmiş 46 kişi kontrol grubu olarak çalışmamıza dahil edildi. Katılımcılara sosyodemografik veri formu, Beck Depresyon Envanteri (BDE), Beck Anksiyete Envanteri (BAE), Klinik Global İzlenim Ölçeği (KGİ), Barratt Dürtüsellik Ölçeği (BDÖ) ve Yetişkinler için Dayanıklılık Ölçeği (YPDÖ) uygulandı.
BULGULAR: Depresyon ve anksiyete puanları sabitlenerek yapılan ANCOVA analizinde, TTM hastalarının DYB hastalarına ve kontrol grubuna göre psikolojik dayanıklılık düzeyleri anlamlı düşüktü (sırasıyla p=0.002, p=0.001). TTM tanılı hastaların psikolojik dayanıklılıkları ile depresyon ve dürtüsellik puanları arasında negatif yönde anlamlı bir ilişkili vardı (R²=0.441, F=7.882, df=3, p=0.001). DYB tanılı hastaların psikolojik dayanıklılıkları ile depresyon puanları arasında negatif yönde anlamlı bir ilişkili vardı (R²=0.345, F=6.860, df=3, p=0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: TTM hastalarının psikolojik dayanıklılık düzeyleri düşüktür. TTM hastalarının dürtüsellik ve depresyon puanları, DYB hastalarının ise depresyon puanları psikolojik dayanıklılık düzeylerini negatif yönde etkilemektedir. Bu hasta grubunda stresle başa çıkma stratejilerinin iyileştirilmesi ve destek sistemlerinin güçlendirilmesi terapötik müdahaleler arasında yer almalıdır.
INTRODUCTION: In this study, our aim is to compare patients diagnosed with skin picking disorder (SPD) and trichotillomania (TTM) with healthy controls in terms of psychological resilience and to examine the relationship between psychological resilience levels and impulsivity.
METHODS: Patients diagnosed with SPD (n=43) and TTM (n=34) according to the DSM-5 diagnostic criteria, and 46 age, gender and educational status matched individuals as the control group were included in our study. A sociodemographic data form, Beck Depression Inventory (BDI), Beck Anxiety Inventory (BAI), Clinical Global Impression Scale (CGI), Barratt Impulsivity Scale (BIS), and Resilience Scale for Adults (RSA) were administered to the participants.
RESULTS: In the ANCOVA analysis performed by fixing depression and anxiety scores, TTM patients had significantly lower levels of psychological resilience compared to SPD patients and the control group (respectively p=0.002, p=0.001). There were significant negative correlation between the resilience of TTM patients and their depression and impulsivity scores (R²=0.441, F=7.882, df=3, p=0.001). There was a significant negative correlation between resilience and depression scores of patients with SPD (R²=0.345, F=6.860, df=3, p=0.001).Conclusion: TTM patients had low levels of psychological resilience. Impulsivity and depression scores of TTM patients and depression scores of DYB patients negatively have affected on resilience levels. Improving of coping strategies with stress and enhancing support systems should be contained among therapeutic interventions since TTM and SPD patients have low psychological resilience levels.
DISCUSSION AND CONCLUSION: TTM patients had low levels of psychological resilience. Impulsivity and depression scores of TTM patients and depression scores of DYB patients negatively have affected on resilience levels. Improving of coping strategies with stress and enhancing support systems should be contained among therapeutic interventions since TTM and SPD patients have low psychological resilience levels.

5.The effect of emotional dysregulation on functionality in euthymic patients diagnosed with bipolar I disorder (tur)
Gözde Akbaba, İbrahim Balcıoğlu
doi: 10.5505/kpd.2022.76736  Pages 376 - 385
GİRİŞ ve AMAÇ: Son yıllarda yapılan birçok çalışmada bipolar bozuklukta hem atak dönemlerinde hem de ötimik dönemlerde yoğun işlevsellik kaybı olduğu gösterilmiştir. Çalışmanın amacı bipolar bozukluk tip I tanısı olan ötimik dönemdeki erişkinlerin duygu düzenleme güçlüklerinin işlevsellik üzerine etkisinin belirlenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yaş, cinsiyet, eğitim durumu açısından eşleştirilmiş 36 kişiden oluşan Bipolar I (BP-I) tanısı alan hasta grubu ve 40 katılımcı ile bir kontrol grubu oluşturuldu. Duygu düzenlemeyle ilgili güncel ve klinik açıdan anlamlı güçlükleri değerlendirmek amacıyla Duygu Düzenlemede Güçlükler Ölçeği (DDGÖ) ve işlevselliğin değerlendirilmesi için Kısa İşlevsellik Değerlendirme Ölçeği (KİDÖ) uygulandı.
BULGULAR: DDGÖ ölçeği toplam (p=0,422), Kabullenmeme (p=0,870), Hedefler (p=0,488), Dürtü (p=0,220), Farkındalık (p=0,098), Stratejiler (p=0,682), Açıklık (p=0262) alt ölçekleri arasında, Wender Utah Derecelendirme Ölçeği toplam puanı (p=0,261) ve Hamilton Anksiyete Derecelendirme Ölçeği toplam puanı (p=0,766) açısından hasta ve kontrol grupları arasında anlamlı farklılıklar tespit edilemedi. KİDÖ toplam puanı her iki grupta benzer olmasına karşın (p=0,558), alt ölçek puanları açısından BP-I grubunda özerklik (p=0,010), bilişsel işlevsellik (p=0,048), mali konular (p=0,004) ve boş zaman etkinlikleri (p=0,007) puanları kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksekti. Hasta grubunda KİDÖ toplam puanı ile DDGÖ stratejiler alt ölçeği arasında anlamlı bir pozitif korelasyon vardı (r=0,338, p=0,044. KİDÖ ve DDGÖ farklı alt ölçekleri arasında zayıf-orta derecede anlamlı pozitif korelasyonlar tespit edildi: mesleki işlevsellik (KİDÖ) ile kabullenememe (DDGÖ); bilişsel işlevsellik (KİDÖ) ile hedefler, stratejiler ve açıklık (DDGÖ); mali konular (KİDÖ) ile farkındalık (DDGÖ); boş zaman etkinlikleri (KİDÖ) ile hedefler ve farkındalık (DDGÖ).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastalık dönemleri sonrasında psikososyal işlevsellik düzeylerinin de iyileştirilmesi hedeflenmeli; işlevsellik düzeyinde bozulma ile ilişkilendirilen ötimik dönemdeki duygu düzenleme güçlüklerinin de uygun tedavi yöntemleri kullanılarak iyileştirilmesinin yararlı olacağı sonucuna varılmaktadır.
INTRODUCTION: There is an intense loss of functionality in bipolar disorder both in mania or depressive periods and in euthymic periods. The study aims to determine effect of emotion regulation difficulties on functionality in adults in euthymic period diagnosed with bipolar disorder type I (BP-I).
METHODS: Thirty-six patients with BP-I and control group of 40 persons, matched in terms of age, gender, educational status, were formed. The Difficulties in Emotion Regulation Scale (DERS) was used to assess current and clinically significant difficulties related to emotion regulation, and the Functional Assessment Short Test (FAST) was used to assess functionality.

RESULTS: There were no significant differences between patient and control groups in terms of total score of DERS (p=0.422), Nonacceptance (p=0.870), Goal-directed behaviour (p=0.488), Impulse (p=0.220), Awareness (p=0.098), Strategies (p=0.682), Clarity (p=0.263) subscale scores of DERS scale, Wender Utah Rating Scale total score (p=0.261), and Hamilton Anxiety Rating Scale total score (p=0.766). Although the FAST total score was similar in both groups (p=0.558), in the BP-I group in terms of subscale scores, autonomy (p=0.010), cognitive functionality (p=0.048), financial issues (p=0.004) and leisure time activities (p=0.007) scores were statistically significantly higher than the control group. In the patient group, there was a significant positive correlation between the FAST total score and the DERS strategies subscale (r=0.338, p=0.044). Weak-to-moderate significant positive correlations were found between different subscales of FAST and DERS; those were ccupational functionality (FAST) and non-acceptance (DERS); cognitive functionionality (FAST) with goals, strategies, and clarity (FAST); financial issues (FAST) and awareness (DERS); leisure activities with goals (FAST) and awareness (DERS).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It should be aimed to improve the psychosocial functionality levels after the illness periods; it is concluded that it would be beneficial to improve emotion regulation difficulties in the euthymic period, which is associated with impaired functionality, by using appropriate treatment methods.

6.The variables predicting the length of hospital stay and within one year recurrent admission in psychiatric disorders with psychotic symptoms: A retrospective study (tur)
Çiğdem Geniş, Muhammed Hakan Aksu, Behcet Coşar
doi: 10.5505/kpd.2022.61224  Pages 386 - 394
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, psikotik belirtili psikiyatrik bozukluklarda hastanede kalış süresini ve taburculuk sonrası bir yıl içindeki tekrarlayan kabulü öngören değişkenleri araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma, 2005-2016 yılları arasında XXX Üniversitesi psikiyatri bölümünde yatarak tedavi gören hastaların verileri ile gerçekleştirildi. Psikotik semptomları olan psikiyatrik bozukluklar çalışmaya dahil edildi. Tanı için temel olarak ICD-10 kullanıldı. 1301 tek başvuru ve 369 tekrarlayan kabul olmak üzere toplam 1670 hasta verisi analize dahil edildi. Analizde sadece ilk başvuru kayıt verileri kullanıldı.
BULGULAR: Hastanede kalış süresini uzatan anlamlı değişkenler önem sırasına göre şizofreni tanısının olması (β=0.186), kadın cinsiyet (β=-0,129), depresyon tanısının olması (β=0,106), tekrarlayan kabulün olması (β=0,099), şizoafektif bozukluk tanısının olması (β=0,055) ve ileri yaş (β=0,053) idi. Tekrarlayan kabulü olan hastaların %33,9'u ilk yıl içinde yeniden kabul edildi. Psikotik belirtileri olan hastalarda ilk kabul sonrası ilk bir yıl içinde tekrarlayan kabulü yordayan değişkenler ise önem sırasına göre; şizofreni tanısının olmaması (OR=0,368, p=0,002), hastanede kalış süresinin kısa olması (OR=0,981, p=0,007) ve şizoafektif bozukluk tanısının olmamasıdır (OR=0,333, p=0,011).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Şizofreni ve şizoaffektif bozukluk tanısı hastanede kalış süresini uzatan yordayıcılar olmakla birlikte, tekrarlayan yatışı azaltan önemli yordayıcılardır. Bu hastalıkların varlığı ilk bakışta çelişkili görünse de hastanede kalış süresinin uzaması bu hastalıkların ilk yıl yeniden hastaneye yatmasını engelleyebilir. Bu bir öngörü olmakla birlikte, hastanede kalış süresinin uzaması nedeniyle tekrarlayan başvuruların azalması bu öngörüyü desteklemektedir. Başta şizofreni ve şizoaffektif bozukluk olmak üzere psikotik belirtilerin eşlik ettiği psikiyatrik bozukluklarda kalış süresi ile tekrarlayan hastanede kalış arasındaki ilişki ilerideki çalışmalarda dikkate alınmalıdır.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to investigate the variables that predict the length of hospital stay and recurrent admission within one year after discharge in psychiatric disorders with psychotic symptoms.
METHODS: The study was conducted with the data of patients who were treated in the inpatient department of the psychiatry department of XXX University between 2005-2016. Psychiatric disorders with psychotic symptoms were included in the study. ICD-10 was used as the basis for diagnosis. A total of 1670 data of patients were included in the analysis, including 1301 single admission and 369 recurrent admission. Only the initial admission record data of the patients were used in the analysis.
RESULTS: Significant variables that prolong the duration of hospital stay are schizophrenia diagnosis (β=0.186), female gender (β=-0.129), depression diagnosis (β=0.106), recurrent admission (β=0.099), diagnosis of schizoaffective disorder (β=0.055), and advanced age (β=0.053). 33.9% of patients with recurrent admission were readmitted within the first year. Variables predicting recurrent admission in the first year after first admission in patients with psychotic symptoms are, in order of importance; The absence of a diagnosis of schizophrenia (OR=0,368, p=0,002), a short hospital stay (OR=0,981, p=0,007) and no diagnosis of schizoaffective disorder (OR=0,333, p=0,011).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although the diagnosis of schizophrenia and schizoaffective disorder are predictors that prolong hospital stay, they are significant predictors that reduce recurrent admission. Although the presence of these disorders may seem contradictory at first glance, the prolonged hospital stay may prevent the re-hospitalization of these disorders in the first year. Although this is a prediction, the decrease in recurrent admission as the length of hospitalization supports this prediction. The relationship between the length of stay and recurrent hospitalization in psychiatric disorders accompanied by psychotic symptoms, especially schizophrenia and schizoaffective disorder, should be considered in further studies.

7.Clinical characteristics and forensic psychiatric examination of cases evaluated due to alleged psychiatric medical malpractice (tur)
Ender Cesur, İlker Taşdemir, Ercan Büyükakıncak, Hızır Asliyüksek, Şenol Turan
doi: 10.5505/kpd.2022.33716  Pages 395 - 403
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmanın amacı psikiyatri dalında çalışan sağlık personeli hakkında açılan tıbbi uygulama hatası davalarının adli tıbbi boyutunu değerlendirmek, hangi sağlık çalışanlarından şikayetçi olunduğu, tıbbi uygulama hatası tespit edilen vakalarda ortaya çıkan zararların neler olduğu ve tespit edilen hataların hangi süreçlerde meydana geldiğini araştırmaktır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada Adli Tıp Kurumu tarafından 2013-2020 yılları arasında değerlendirilen psikiyatri branşıyla ilgili tıbbi uygulama hatası iddiası olan 122 vakanın raporları geriye dönük olarak sosyodemografik ve klinik form aracılığıyla incelenmiştir.


BULGULAR: İncelenen dosyaların 42’si (%34,4) eğitim ve araştırma hastanesinde, 34’ü (%27,9) devlet hastanesinde görev yapan sağlık çalışanlarına yönelik olmuştur. Tıbbi uygulama hatası iddia edilen hekimler içinde uzman hekimler ilk sırada bulunmuştur. Olaya müdahil olan personellerden 113’ü hekimdir (%92,6). Vakaların ölüm duruma bakıldığında, 65’inin (%53,3) ölümle sonuçlandığı görülmüştür. 19 vaka intihar (%29,2) nedeni ile hayatını kaybetmiştir. Çalışmamızda hekim hatası olduğu tespit edilen vakaların en önemli kusur nedeninin teşhis ve rapor uyumsuzluğu olduğu görülmektedir.


TARTIŞMA ve SONUÇ: Sağlık çalışanlarının artan iş yükü ve sorumlulukları, hastalara ayrılan zamanın azalması hekim-hasta arasındaki güveni zedeleyebilmekte bu da tıbbi uygulama hatalarına ya da olası iddialara zemin hazırlamaktadır. Bu konudaki çalışmaların arttırılması, tıbbi uygulama hatası iddialarının önlenmesine ve bu hataların en aza indirilmesine katkı sağlayacaktır.

INTRODUCTION: The aim of the study is to evaluate the forensic medical dimension of medical malpractice lawsuits filed against health personnel working in the field of psychiatry, to investigate which health workers are complained about, what are the damages that occur in cases where medical malpractice is detected, and in which processes the detected errors occur.
METHODS: In the study, the reports of 122 cases with claims of medical malpractice concerning psychiatry, which were evaluated by the Council of Forensic Medicine between 2013 and 2020, were examined retrospectively through sociodemographic and clinical forms.
RESULTS: 42 (34.4%) of the examined files were made against healthcare professionals working in training and research hospitals and 34 (27.9%) in public hospitals. 113 of the personnel involved in the incident were physicians (92.6%). Psychiatry specialists were in the first place among the physicians with alleged faults. Considering the death status of the cases, it was seen that 65 (53.3%) resulted in death. 19 cases died due to suicide (29.2%). In our study, it was seen that the most important cause of defect in the cases found to be physician error was diagnosis and report mismatch.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The increasing workload and responsibilities of healthcare professionals and the decrease in the time allocated to patients can damage the trust between the physician and the patient, which paves the way for medical practice errors or possible claims. Increasing studies on this subject will contribute to the prevention of claims of medical malpractice and to minimize these errors.

8.Burnout syndrome in medical faculty students (tur)
Ayşe Zeynep Akkoyun, Elif Aksu, Zeynep Eker, Hilal Mutlu, Mustafa Uyar, Burak Taylan Göbekci
doi: 10.5505/kpd.2022.47587  Pages 404 - 415
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada AFSÜ Tıp Fakültesi öğrencilerinde tükenmişlik düzeyini ve tükenmişliğin ilişkili olduğu faktörleri ortaya koyabilmek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Veriler; sosyodemografik veri formu, Maslach Tükenmişlik Ölçeği, Beck Depresyon Ölçeği, Beck Anksiyete Ölçeği ve Beck Umutsuzluk Ölçeği aracılığıyla toplanmıştır. Tıp öğrencilerinin tükenmişlik düzeyi önce kişisel ve demografik değişkenler çerçevesinde incelenmiştir. Daha sonra örneklem preklinik (1, 2 ve 3. sınıflar) ve klinik (4, 5 ve 6.sınıflar) olarak iki gruba ayrılıp, gruplar arasında ve tüm örneklemde tükenmişliğin depresyon, anksiyete ve umutsuzluk düzeyleriyle ilişkisi araştırılmıştır.
BULGULAR: Yapılan analiz sonuçları; cinsiyet, yaş, sınıf, memlekete gitme sıklığı, fakülteyi tercih etme şekli, kimle yaşadığı ve günlük ortalama uyku miktarı değişkenlerine göre tükenmişlik açısından anlamlı farklılıklar olduğunu göstermiştir. Ayrıca tükenmişliğin alt boyutlarıyla depresyon, anksiyete ve umutsuzluk düzeyleri arasında da anlamlı ilişkiler saptanmış, bu parametrelerden depresif belirtilerin tükenmişlikle daha yüksek düzeyde ilişkili olduğu görülmüştür. Bununla birlikte preklinik ile klinik grup arasında tükenmişliğin hiçbir alanında anlamlı bir farklılık tespit edilmemiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tıp öğrencilerinin tükenmişlik düzeylerinin yüksek olduğunu saptayan bu çalışmanın; hekim adaylarını tükenmişliğe sürükleyen faktörlerin ortaya konmasına katkıda bulunduğu düşünülmektedir.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to show the level of burnout and the factors related to burnout in Afyonkarahisar Health Sciences University School of Medicine students.
METHODS: Data; sociodemographic data form was collected through Maslach Burnout Inventory, Beck Depression Inventory, Beck Anxiety Inventory and Beck Hopelessness Inventory. The burnout level of medical students was first examined within the framework of personal and demographic variables. Afterwards, the sample was divided into two groups as preclinical (grades 1, 2 and 3) and clinical (grades 4, 5 and 6). The relationship between burnout and depression, anxiety and hopelessness levels was investigated between the groups and in the whole sample.
RESULTS: The results of the analysis showed us the following: There are significant differences in terms of burnout according to the variables of gender, age, class, frequency of going to the hometown, choosing the faculty, living with whom and the average daily amount of sleep. In addition, significant relationships were found between the sub-dimensions of burnout and the levels of depression, anxiety and hopelessness. Among these parameters, depressive symptoms were found to be associated with burnout at a higher level. In addition, no significant difference was found in any area of burnout between the preclinical and clinical groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our study determined that the burnout levels of medical students are high. It is thought that this study contributed to revealing the factors that lead doctor candidates to burnout.

CASE REPORT
9.A case report of adolescent anti-NMDAR encephalitis with depressive symptoms (eng)
Onur Tuğçe Poyraz Fındık, Gulten Öztürk, Hakkı Akbeyaz, Sermin Aksoy Özcan, Olcay Ünver, Dilşad Türkdoğan, Nese Perdahli Fis
doi: 10.5505/kpd.2022.83436  Pages 416 - 419
Anti-N-metil-D-aspartat reseptör (anti-NMDAR) ensefalitinin klinik görüntüsü hem nörolojik hem de psikiyatrik semptomları içerir ve NMDAR'ın GluN1 alt birimine karşı otoantikorların varlığıyla teşhis edilir. Klinik görünüm hızla ilerleyen psikiyatrik semptomlar, bilişsel bozukluklar, nöbetler, anormal hareketler gibi özgül olmayan geniş bir belirti yelpazesine sahiptir. Bu nadir klinik durumun seyrinde ruhsal ve davranışsal belirtilerin önemli rol oynaması, psikiyatrik bozukluklarla ayırıcı tanısını güçleştirmekte, tedavide gecikmelere yol açabilmektedir. Bu olgu sunumunda anti-NMDAR ensefaliti tanılı bir ergenin tanı süreci, tedavisi ve takip sonuçları paylaşılmıştır. Gövde ve ekstremitelerde ani başlayan kasılmalar ile başvuran 15 yaşındaki kız ergenin nörolojik muayenesi, semptomları başladığında normal sınırlardaydı. Bunların yeni başlayan depresif semptomlarla ilişkili olduğu düşünüldüğünden sertralin reçete edilmişti. Bir hafta sertralin kullandıktan sonra fasiyal diskinezilerin alevlenmesi nedeniyle acil servise başvurdu. Hastanın klinik takibinde psikotik bulguya rastlanmadı ancak amnezi, bilişsel yavaşlama, intihar girişimi ve fiziksel saldırganlık yönetimi zor olan psikiyatrik belirtilerdi. Rituksimaba geçildikten sonra psikiyatrik semptomlar düzeldi ve tamamen geriledi, tedavinin ikinci yılında hala asemptomatikti. Anti-NMDAR ensefaliti genellikle ergenlik ve genç erişkinlik döneminde ortaya çıkmaktadır. Psikiyatrik belirtiler tanıyı karmaşıklaştırmaktadır. Erken müdahale olumlu bir prognostik belirteç olduğundan, klinisyenlerin bu özel klinik tablo hakkında farkındalığını artırmak önemlidir.
Clinical presentation of anti-N-methyl-D-aspartate receptor (anti-NMDAR) encephalitis includes both neurological and psychiatric symptoms, and it is diagnosed with autoantibodies against the GluN1 subunit of NMDAR. The clinical presentation has a wide range of non-specific symptoms such as rapidly progressing psychiatric symptoms, cognitive impairment, seizures, and abnormal movements. The fact that mental and behavioural symptoms play an important role in the course of this rare clinical disorder complicates the differential diagnosis with psychiatric disorders and may lead to a delay in treatment. This case report presents the diagnostic process, treatment, and follow-up of an adolescent diagnosed with anti-NMDAR encephalitis. Neurological examination of a 15-year-old adolescent girl with sudden onset of contractions in the trunk and extremities were within normal limits when her symptoms started. Sertraline was prescribed since these were considered to be associated with new-onset depressive symptoms. She was admitted to the emergency department because of her exacerbated facial dyskinesias after using sertraline for one week. During clinical follow-up of the patient, no psychotic findings were observed, but amnesia, cognitive slowing, suicide attempts, and physical aggression were psychiatric symptoms that were difficult to manage. Psychiatric symptoms improve after switching to rituximab and regressed totally, still asymptomatic in the second year of treatment. Anti-NMDAR encephalitis usually occurs in adolescence and young adulthood. Psychiatric symptoms complicate the diagnosis. Since early intervention is a positive prognostic marker, it is important to raise clinician awareness of this particular clinical picture.

10.Amnestic disorder associated with Kluver Bucy syndrome after HSV encephalitis: A case report (tur)
Neslihan Kara, Enes Sarıgedik, Ahmet Ataoğlu
doi: 10.5505/kpd.2022.59244  Pages 420 - 425
Ensefalit beyin parankimi enfeksiyonu olup, herpesvirüsler, enterovirüsler ve paramiksovirüsler viral ensefalit nedenleri arasındadır. Herpes Simpleks Virüs en sık ensefalit nedenlerinden birisidir. Genellikle yaşlı ve bağışıklığı baskılanmış kişilerde ortaya çıkmaktadır. Herpes Simpleks Virüs akut evrede hızlı başlangıç gösterir ve ciddi seyirlidir. Sıklıkla güçsüzlük, duyu anormallikleri, afazi, görme alanı kayıpları gibi ensefalit bulgusu vermektedir. Herpes Simpleks Virüs ensefalitinde, etkilenen beyin bölgeleri, nörolojik hasar şiddeti ve bilişsel bozulmalar açısından farklılık görülmekle birlikte enflamatuar ve nekrotik alanların tutulumuna göre davranışsal, duygusal, kişilik ve bellek bozukluklarına yol açmaktadır. Klinik belirtiler, görüntüleme yöntemleri ve Beyin Omirilik Sıvısı bulguları ile şüphe duyulması halinde asiklovir tedavisine başlanmalı, nöbet varsa kontrol altına alınmalıdır. Amnestik bozukluklar yeni bilgi öğrenmede şiddetli bozulma ile daha önce öğrenilen bilgilerin hatırlanmasında bozulma ile giden, anlık belleğin korunduğu bir sendromdur. Amnestik bozukluk nedenleri arasında Herpes Simpleks Virüs ensefaliti bulunmaktadır. Kluver Bucy Sendromu bilateral temporal lob hasarında görülen, görsel agnozi, hiperseksüalite, emosyonel davranış değişiklikleri, plasidite, hiperoralite ve hipermetamorfoz ile karakterize nadir görülen bir sendromdur. Bu vaka ile nadir görülen bir durum olan Herpes Simpleks Virüs ensefaliti sonrası gelişen Kluver Bucy Sendromunun eşlik ettiği Amnestik Bozukluk gelişen elli iki yaşında kadın cinsiyetteki olgu sunulmuştur.
Encephalitis is an infection of the brain parenchyma and herpesviruses, enterovirular and paramyxoviruses are among the causes of viral encephalitis. Herpes Simplex Virus is one of the most common causes of encephalitis. It usually occurs in elderly and immunocompromised individuals. Herpes Simplex Virus shows rapid onset in the acute phase and has a severe course. It often giving signs of encephalitis such as weakness, sensory abnormalities, aphasia and visual field loss. Herpes Simplex Virus encephalitis causes behavioral, emotional, personality and memory disorders depending on the involvement of inflammatory and necrotic areas, although there are differences in the affected brain regions, the severity of neurological damage and cognitive impairments. In case of suspicion by clinical signs, imaging and cerebrospinal fluid findings, acyclovir treatment should be started and if seizures are present, they should be controlled. Amnestic disorders are a syndrome in which instant memory is preserved, with severe impairment in learning new information and impaired recall of previously learned information. Herpes Simplex Virus encephalitis is among the causes of amnestic disorder. Kluver Bucy Syndrome is a rare syndrome seen in bilateral temporal lobe damage and characterized by visual agnosia, hypersexuality, emotional behavior changes, placidity, hyperorality and hypermetamorphosis. In this case, a 52-year-old female patient who developed Amnestic Disorder accompanied by Kluver Bucy Syndrome after Herpes Simplex Virus encephalitis, which is a rare condition, is presented.

11.Guillain-Barre like syndrome associated with risperidone use: A case report (eng)
Güneş Devrim Kıcalı
doi: 10.5505/kpd.2022.70846  Pages 426 - 429
Guillain-Barre Sendromu, genellikle enfeksiyöz veya idiyopatik nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan bir otoimmün yanıttır. Nadir vaka raporlarının da birçok madde ve ilacın alımından kaynaklandığı gösterilmiştir. GBS vakaları %10 mortalite ve %25 solunum yetmezliği ile seyretmektedir. Bu olgu sunumu, psikiyatri servisinde bir hastada ilk kez risperidon alımını takiben GBS benzeri sendromun ortaya çıkışı, seyri ve sonlanımını bildirmektedir..
Daha önce psikiyatrik öyküsü olmayan 42 yaşında kadın hasta, paranoid ve perseküsyon sanrıları, dezorganize konuşma ve eşinin ihanet ettiğine yönelik sistematik sanrılar ve ilişkili davranışlarla psikiyatri polikliniğine başvurmuş ve yatışı yapılmıştır. İlk tedavi için günde 4 mg risperidon düzenlenmiştir. Yedinci günde nöromüsküler semptomlar baş dönmesi, ataksi, kas güçsüzlüğü ve asendan felç olarak başladı. Nörolojik muayene ve konsültasyon, görüntüleme ve lomber ponksiyon yapılarak GBS tanısı konuldu. Yoğun bakım ünitesine acil transfer ile Risperidon tedavisi durduruldu ve hIG tedavisi uygulandı. Hasta herhangi bir fiziksel bozukluk olmadan iyileştiMevcut vaka, Risperidon tedavisi ile ilişkili GBS benzeri bir sendrom sunmaktadır. Literatürde GBS benzeri kliniğe yol açan Atipik antipsikotik ilaç tedavisi ile ilgili olgu sunumları bulunmakta, ancak bu yetişkinlerde Risperidon ile ilişkilendirilen tek olgu olarak görünmektedir. Hasta öyküsü ile enfeksiyonla ilişkili etiyoloji dışlanmış olmakla birlikte, GBS için spesifik bir antikor testi veya immünolojik araştırma yapılamaması, sunumun kısıtlılığı olarak belirtilebilir..
Guillain-Barre Syndrome is an autoimmune response that usually occurs due to infectious or idiopathic causes. Rare case reports have also been shown to be caused by the intake of many substances and drugs. GBS cases results in 10% mortality and 25% respiratory failure. This case report describes the occurrence and termination of GBS-like syndrome following first time risperidone intake at a patient in the psychiatric ward.
A 42-years old female patient without any prior psychiatric history admitted to psychiatric ward with paranoid and persecutory delusions, disorganized speech and behaviors related to systematic delusions aiming infidelity of her spouse. Risperidone 4 mg day prescribed for treatment for first time. In seventh day, neuromuscular symptoms started as dizziness, ataxia, muscle weakness and ascending paralysis. Neurological examination and consultation, imaging and lumbar puncture was performed, resulting GBS diagnosis. With the immediate transfer to intense care unit, Risperidone treatment stopped and hIG treatment administered. Patient Recovered without any physical impairment.
Current case presents a GBS like syndrome associated with Risperidone treatment. There are several Atypical antipsychotic drug treatment related GBS like case reports but this is the first to be associated with Risperidone in adults. Infection related etiology was excluded by patient history but no specific antibody test or immunological survey was performed for GBS.

12.Succesful ECT treatment of a treatment resistant manic bipolar patient with intracranial mass and pulmonary embolism history: Case report (eng)
Anıl Muştucu, Rümeysa Ayşe Güllülü, Salih Saygın Eker
doi: 10.5505/kpd.2022.59320  Pages 430 - 433
Elektrokonvülsif terapi (EKT), birçok psikiyatrik hastalıkta kullanılan etkin ve güvenli bir tedavi yöntemidir. İntrakranial kitle varlığında EKT’nin etkinliği ve güvenilirliği tartışmalıdır. 1980’li yıllara kadar yer kaplayan kitle varlığı, EKT için kontrendikasyon olarak kabul edilmekteydi. Zaman içinde EKT protokollerinin değişmesi ve daha çok hastaya uygulanmasıyla birlikte intrakranial kitlesi olan hastalarda EKT’nin güvenilirliği ile ilgili olumlu veriler birikmeye başlamıştır. Eldeki veriler EKT’nin benign, boyut olarak küçük ve klinik olarak önemsiz tümörleri olan hastalarda güvenle uygulanabileceğini göstermektedir. Psikiyatrik bir bozukluğa eşlik eden pulmoner emboli (PE) öyküsü klinisyenlerin EKT uygulamasından kaçınmasına sebep olabilir. PE öyküsü olan hastalarda EKT uygulamasının güvenliğine ilişkin az sayıda kanıt olması nedeniyle hastalarda EKT uygulanmasıyla ilgili bazı endişeler vardır. Komorbid durumlar birlikteliğinde EKT’nin güvenliğiyle ilgili sınırlı sayıda kanıt olmasına rağmen, diğer tedavilerden yanıt alınamadığında, gerekli konsültasyonlar ve yakın takip eşliğinde tedavide gecikmeye izin vermeden EKT başarıyla uygulanabilmektedir. Bu yazıda, bipolar affektif bozukluk tanısı ile takip edilen, manik atak nedeniyle yatarak tedavi gören, intrakranial tümör, geçirilmiş PE gibi komorbiditeleri olan, uygulanan psikotrop tedavilerden fayda görmeyen ve 9 seans EKT uygulamasından komplikasyon gelişmeden belirgin yanıt alınan bir vaka sunulmaktadır. Burada sunulan vaka bilindiği kadarıyla, klinisyenlerin EKT uygulamasında tereddüt edebildiği intrakranial tümör ve pulmoner emboli öyküsü gibi komorbiditeleri bir arada bulunduran ilk bildirimdir.
Electroconvulsive therapy (ECT) is an effective and safe treatment method used in many psychiatric disorders. The efficacy and safety of ECT in the presence of an intracranial mass is controversial. The presence of a space-occupying mass was a contraindication to ECT until the 1980s. With the changes in ECT protocols over time and its application to more patients, positive data on the safety of ECT in intracranial masses have begun to accumulate. Available data suggest that ECT can be safely used in patients with benign, small, and otherwise clinically insignificant tumors. A history of pulmonary embolism (PE) accompanying a psychiatric disorder may cause clinicians to avoid ECT. There are some concerns regarding the use of ECT in patients with a history of PE as there is little evidence for the safety of the implementation of ECT. Although there is limited evidence regarding the safety of ECT in the presence of comorbidities, ECT can be successfully implemented where there is no response to other treatments with the necessary consultations and close follow-up, without delaying the treatment. In this article, a case who had been followed up with a bipolar affective disorder diagnosis, was hospitalized for manic episode, who had comorbidities such as intracranial tumor and PE history, who did not benefit from psychotropic treatments and who responded significantly to nine sessions of ECT without any complications is presented. The case presented here is, as far as is known, the first report where comorbidities such as intracranial tumor and pulmonary embolism history, which may cause clinicians to hesitate to implement ECT, co-exist.

13.An adult case suggestive of pediatric autoimmune neuropsychiatric disorders associated with streptococcal infection (PANDAS) diagnosis (tur)
Sare Aydın, Ahmet Ekrem Savaş, Esma Akpınar Aslan, Sedat Batmaz
doi: 10.5505/kpd.2022.16768  Pages 434 - 440
Streptokoklarla ilişkili pediyatrik otoimmün nöropsikiyatrik bozukluklar (PANDAS) A grubu-beta hemolitik streptokok enfeksiyonu sonrası otoimmün tepkinin bir sonucu olarak ortaya çıkan, çocukluk çağında obsesif kompülsif belirtiler ve tikler bulunan tabloyu tanımlamaktadır. Çocukluk çağında çeşitli semptomlarla seyreden, kliniği karışık olan, bu nedenle tanı koymanın zor olduğu PANDAS erken saptanarak enfeksiyon tedavisinin sağlanması ile nöropsikiyatrik semptomlarda belirgin gerileme izlenen bir sendromdur. Bu yazıda 21 yaşında, psikiyatrik bulguları sık tekrarlayan enfeksiyonlarla alevlenen ve PANDAS tanısını düşündüren bir olgu sunulmuştur. Tanı almamış ve tedavi edilmemiş PANDAS ömür boyu obsesif kompülsif bozukluk ve tik bozukluğuna dönüşme açısından yüksek risklidir. PANDAS tanısı olduğu düşünülen olgular zaman geçirmeden uygun merkeze yönlendirilerek tedavi başlanmalıdır.
Pediatric autoimmune neuropsychiatric disorders associated with streptococcal infection (PANDAS) describe a picture with obsessive-compulsive symptoms and tics in childhood as a result of autoimmune response after group A-beta hemolytic streptococcal infection. PANDAS is a syndrome which progresses with various symptoms in childhood and is difficult to diagnose, and in which a significant regression in neuropsychiatric symptoms is observed with early detection and treatment of infection. In this article, a 21-year-old case with psychiatric symptoms exacerbated by recurrent infections and suggesting the diagnosis of PANDAS is presented. Undiagnosed and untreated PANDAS is at high risk for lifelong development of obsessive compulsive disorder and tic disorder. Patients who are thought to have a diagnosis of PANDAS should be referred to the appropriate center without delay and treatment should be started.

LookUs & Online Makale