ISSN 1302-0099 | e-ISSN 2146-7153
TURKISH JOURNAL CLINICAL PSYCHIATRY - J Clin Psy: 19 (2)
Volume: 19  Issue: 2 - 2016
EDITORIAL
1.Editorial
Burhanettin Kaya
Page 59
Abstract |Turkish PDF

RESEARCH ARTICLE
2.Reliability and Validity of Personal Risk Assessment Form (BIRDEF) for Children Under Institutional Care
Kültegin Ögel, Sena Yücesan, Çiğdem Vaizoğlu, Emin Eraslan, Mesut Demirtaş, Serpil Yıldırım, Celal Sulu, İbrahim Kürşat Ergüt
doi: 10.5505/kpd.2016.38257  Pages 60 - 72
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmada kurum bakımı altındaki çocukların risk ve ihtiyaçlarını belirlemeyi hedefleyen bir ölçek geliştirilmesi, geçerlik ve güvenirlik çalışmalarının yapılması amaçlanmaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 12 kategori, 66 sorudan oluşan bir ölçek oluşturuldu ve ölçeğe Bireysel Risk Değerlendirme Formu (BİRDEF) adı verildi. Araştırma Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına bağlı 5 farklı ilden farklı alanlarda hizmet veren 14 çocuk destek merkezinde kalan 291 çocukla yapılmıştır. Aynı çocuklara Gençler İçin Kendini Değerlendirme Ölçeği (Youth Self Report - YSR) da uygulanmıştır. Rastgele seçilen 32 çocuk için farklı görüşmeciler tarafından tekrar BİRDEF doldurulmuştur.
BULGULAR: BİRDEF için tüm ölçeğin Cronbach alfa katsayısı 0.81 ve alt ölçeklerin Cronbach alfa katsayıları 0.53-0.89 arasında bulunmuştur. Görüşmeciler arası toplam puanların korelasyonu 0.86 (p<0.001) bulunmuştur. Açıklayıcı faktör analizinde toplam varyansın %57’sini açıklayan 9 faktör elde edilmiştir. YSR alt ölçekleri ile ilgili BİRDEF soru ve kategorileri arasında anlamlı düzeyde korelasyon saptanmış, YSR toplam puanıyla BİRDEF toplam puanı arasındaki korelasyon 0,48 (p<0.001) bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: BİRDEF ölçeğinin geçerli ve güvenilir olduğu, kurum bakımı altındaki çocukların risk ve ihtiyaçlarını saptamakta yardımcı bir araç olarak kullanabileceği kanaatine varılmıştır.
INTRODUCTION: This research aims to develop a questionnaire which measures the risk factors and the needs of children under institutional care. The reliability and validity of the constructed questionnaire is also tested.
METHODS: Individualized Risk Assessment Questionnaire (BIRDEF) consists of 66 questions. 304 children staying in 14 institutions under The Ministry of Family and Social Policies filled out the questionnaire. The same group of participants also completed Youth Self Report (YSR). Different interviewers applied the BIRDEF to randomly selected 32 participants, in order to test the interrater reliability of the questionnaire.
RESULTS: Reliability analysis revealed that the BIRDEF was internally consistent with the Cronbach's alpha coefficient of 0.90. The interrater reliability coeficient was found 0.92 (p < 0.001). In exploratory factor analysis, 9 factors was obtained explaining %57 of total variance. Significant correlations were observed between Youth Self Report subscales and related questions of Individualized Risk Assessment Test. The correlation between total scores of YSR and BIRDEF was found 0.48 (p < 0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Individualized Risk Assessment Test (BIRDEF) can be considered as a valid and reliable tool to determine the risk factors and the needs of the children under institutional care.

3.Diagnostic Stability in the Follow-up of Acute and Transient Psychotic Disorder: A Preliminary Study
Nur Öztürk, Ürün Özer, Utku Uzun, Şakir Özen
doi: 10.5505/kpd.2016.55265  Pages 73 - 77
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut ve geçici psikotik bozukluk diğer psikotik bozukluklardan akut başlangıcı, stresli yaşam olaylarını izlemesi ve kısa sürede tam düzelmenin görülmesiyle ayrılmaktadır. Tedaviye yanıtın ve gidişin iyi olduğu ileri sürülmektedir. Hastaların bir kısmında daha sonra tanı, şizofreni ya da duygudurum bozuklukları olarak değişmektedir. Çalışmamızda akut ve geçici psikotik bozukluk tanılı hastaların 5 yıllık izleminde ortaya çıkan tanı değişikliklerini, sosyodemografik ve klinik özelliklerini araştırmak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Örneklemimiz 2010 yılında yatarak tedavi gören ve akut ve geçici psikotik bozukluk tanısı alan hastalardan oluşturulmuştur. 2015 yılında bu hastaların tıbbi kayıtları geriye dönük olarak 5 yılı kapsayacak şekilde incelenmiştir.
BULGULAR: Toplam 47 hastanın 17’si kadın, 30’u erkek, yaş ortalaması 32,2±9,9’du. Çoğunluğu bekar (%51,1), çalışmıyor (%85,1) ve ailesiyle yaşıyordu (%87,2). Hastaların %51,1’i tekrar yatarak tedavi görmüş, %8,5’inin ise tekrar başvurusu olmamıştı. İzlemde en sık konulan tanılar organik olmayan psikotik pozukluk (%38,3), şizofreni (%25,5) ve bipolar duygulanım bozukluğuydu (%12,8). 2 hastada alkol ya da madde kullanımına bağlı psikoz, 3 hastada nörolojik bir hastalık mevcuttu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda akut ve geçici psikotik bozukluk tanısı alan hastaların çoğunun izlemde organik olmayan psikotik pozukluk ya da şizofreni tanısı aldığı saptanmıştır. Bu nedenle özellikle risk faktörlerini taşıyan akut ve geçici psikotik bozukluk olgularının şizofreninin prodromal dönemi açısından ayrıntılı değerlendirilmesi ve uzun dönem yakın izlemi faydalı olacaktır.
INTRODUCTION: Acute and transient psychotic disorder differentiates from other psychotic disorders with acute onset, occurrence after stressful life events and ending with full remission. It is suggested to have good prognosis and response to treatment. In some of the patients, the diagnosis is switched to schizophrenia or mood disorders in the follow-up. This study aimed to determine sociodemographic and clinical features of patients diagnosed with acute and transient psychotic disorder, as well as changes in the diagnosis in a 5 year the follow-up.
METHODS: The sample was constituted by patients who diagnosed with acute and transient psychotic disorder during their hospitalization in 2010. Medical records of these patients were examined restrospectively in 2015, including past 5 years.
RESULTS: In a total number of 47 patients, 17 were female and 30 were male. Mean age was 32.2±9.9 years. The majority were single (51.1%) unempoyed (85.1%) and living with their families (87.2%). The rate of patients who have been rehospitalized was 51.1%, and 8.5% of patients have not applied again. Most common diagnoses in the follow-up were atypical psychosis (38.3%), schizophrenia (25.5%) and bipolar affective disorder (12.8%). In 2 patients the diagnosis was psychotic disorder due to alcohol/substance abuse and 3 patients had a neurological disease.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This study revealed that the diagnosis of acute and transient psychotic disorder, have been changed to atypical psychosis or schizophrenia in the follow-up in the majority of patients. Therefore, the cases who diagnosed with acute and transient psychotic disorder, especially if they carry risk factors, should be evaluated in detail in terms of prodromal period of schizophrenia. Furthermore, a close follow-up would be beneficial.

REVIEW
4.Predictive Factors of Antipsychotic Treatment Response in Patients with First Episode Schizophrenia
Sefa Vayısoğlu
doi: 10.5505/kpd.2016.69775  Pages 78 - 86
Şizofreni kronik ve yeti yitimine yol açan bir hastalıktır. Özellikle ilk psikotik atağını geçiren şizofreni hastalarında uygulanan tedaviye yeterli yanıt elde edilebilmesi, hastalığın gidişinin belirlenmesi açısından önemlidir. Antipsikotik ilaçlarla tedaviye verilen yanıtın yordanabilmesi, gereksiz ilaç kullanımını azaltıp, tedaviye uyumu arttırarak, etkin bir klinik yanıt elde edilebilmesine olanak tanır. Bu bağlamda konunun önemi göz önünde bulundurularak ilk atak şizofreni hastalarında antipsikotik tedaviye yanıtı belirleyen yordayıcı faktörlerle ilgili olarak bu derleme düzenlenmiştir. Bu derleme için Pubmed veri tabanında elektronik arama yapılmıştır. Bu alanda yapılan çalışmalarda gerek farmakolojik, nörogörüntüleme ve elektroensefalografi (EEG) bulgularını içeren biyolojik, gerek tedavi edilmemiş psikoz süresi, tedavide kullanılan antipsikotik ajanlar, silik nörolojik belirtiler, psikotik belirti türü ve şiddeti ile frontal lob işlevinin nörofizyolojik belirtecini (NoGo-Anteriorization, NGA) içeren klinik değişkenlerle ilaç tedavisine yanıt arasında değişik bağlantılar kurulmuş olmakla beraber daha ileri klinik çalışmalara gereksinim olduğu sonucuna varılmıştır.
Schizophrenia is an illness which is chronic that leads to disability. Particularly obtaining sufficient treatment response in patients with first episode schizophrenia is important in determining the course of the illness. Predicting treatment response with antipsychotic drugs would allow to obtain efficient clinical response by reducing unnecessary drug use and enhance the adherence to treatment. In this context, considering the importance of topic, this review is written out relevant to predictive factors of antipsychotic treatment response in patients with first episode schizophrenia. Electronic search was conducted for this review in Pubmed database. Although there are varied links between drug response and both biological, including pharmacological, neuroimaging and electroencephalography (EEG) findings, and clinical, including duration of untreated psychosis, antipsychotic agents which are used in treatment, soft neurological signs, kind and severity of psychotic symptoms and neurophysiologic indicator of frontal lobe function (NoGo Anteriorization, NGA), variables in studies which are conducted in this field, there is a need for further studies as a conclusion.

5.Relationship Between Bullying Experiences Related with Gender Identity, Sexual Orientation and Social Support and Psychological Well-Being
Fatma Mahperi Uluyol
doi: 10.5505/kpd.2016.77487  Pages 87 - 96
Lezbiyen Gey Biseksüel ve Transeksüel (LGBT) çalışmaları alanındaki tüm gelişmelere rağmen, bilimsel araştırma sonuçları ve medyadaki temsiller açısından bakıldığında, bu bireylere yönelik şiddet, ayrımcılık ve ötekileştirme tutumları devam etmektedir (Baams ve ark. 2015, Kaos GL, 2014, Lambdaistanbul 2010). Ruh sağlığı alanındaki çalışmalara bakıldığında ise LGBT bireylerin genel popülasyona kıyasla daha yüksek oranda psikolojik ve fizyolojik problem yaşadıkları bildirilmektedir (Erdoğan ve Köten 2015, Testa ve ark. 2012). Bu farkın ortaya çıkmasında, LGBT kimliklerine bağlı olarak bireylerin maruz kaldıkları ayrımcılık, ötekileştirme ve şiddet gibi olumsuz yaşam deneyimlerinin psikolojik iyilik halini olumsuz yönde etkileyebileceği düşünülmektedir. Bu yazıda LGBT bireylerin maruz kaldıkları olumsuz yaşam deneyimleri zorbalık kavramı çerçevesinde tartışılmıştır. Çocuk ve genç yetişkinlerin LGBT kimliği nedeniyle aileleri, akranları ve yakın çevreleri tarafından maruz kaldıkları zorbalığın, kendilik algısı ve diğerleriyle ilgili beklentileri şekillendirerek bireylerin hem bu dönemde hem de ileriki dönemlerde psikolojik ve fizyolojik iyilik halleri üzerinde olumsuz etkileri olabileceği tartışılmıştır. Bu bağlamda, LGBT çocuk ve genç yetişkinlerin maruz kaldıkları zorbalık deneyimleri ve çevrelerinden aldıkları sosyal desteğin iyilik halleri üzerindeki etkisi incelenmiştir. İlk olarak, LGBT bireylerin maruz kaldıkları zorbalık deneyimleri ele alınmıştır. İkinci olarak, LGBT kimliğine bağlı olarak maruz kalınan zorbalık deneyimlerinin iyilik hali üzerindeki etkisi incelenmiştir. Sonrasında, bu süreçte sosyal desteğin rolü ele alınmış ve son olarak da, LGBT bireylere karşı yapılan zorbalık deneyimleri için müdahale stratejileri tartışılmıştır.
Despite all the progress made in the Lesbian Gay Bisexual and Transsexual (LGBT) area of study, especially where media representations are considered, violence, discrimination, and marginalization toward those individuals continues. Mental health studies report that LGBT individuals, as opposed to the general population, have higher rates of psychological and physiological problems. It is assumed that this situation occurs due to the adverse effects of exposure to the LGBT identity related with negative life experiences of these individuals on psychological well-being. In the current paper negative life experiences, discrimination and the marginalizing experiences of LGBT individuals are discussed in relation to the concept of bullying. Bullying behaviors that are experienced by LGBT individuals due to their LGBT identities may have negative effects on their current and later life well-being status via shaping their self-perceptions and expectations about others. In this regard, this paper examined the effects of exposure to bullying and social support on the psychological well-being of LGBT children and young adults. Firstly, the relationship between bullying experiences and LGBT identity was discussed. Secondly, the effects of the LGBT identity related to the exposure to bullying experiences on psychological well-being were examined. Thirdly, the role of social support in this process was considered. Lastly, bullying prevention strategies for LGBT people was mentioned.

CASE REPORT
6.Efficiency of EMDR on a woman with vaginismus who has repetitive sexual assault in childhood
Yasemin Hoşgören Alıcı, Bilge Bilgin Kapucu, Burhanettin Kaya
doi: 10.5505/kpd.2016.96268  Pages 97 - 100
Vajinismus vajinanın ön kısmının üçte birindeki kaslarda yineleyici ya da sürekli istem dışı kasılması ve sonucunda cinsel ilişkinin olanaksız olması olarak tanımlanmaktadır. Vajinismusun oluşmasında, anksiyete, çiftler arasındaki ilişkinin kalitesi, eşin cinsel işlev düzeyi ve temel anatomi ya da cinsellikle ilgili bilgi eksikliği araştırılmış olmakla birlikte etiyolojisi tam olarak aydınlatılamamıştır. Son dönemde yapılan çalışmalar bu vajinal tepkinin oluşmasında belirli bir uyarana yönelik koşullanmış korku tepkisine dikkat çekmektedir. Bu sonuçlardan yola çıkarak korku ve anksiyeteyi azaltamaya yönelik ilaç ve terapi müdahaleleri tedavi seçenekleri arasında yer almaktadır. Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme (EMDR) terapisi Travma Sonrası Stres Bozukluğunda (TSSB) başta olmak üzere birçok ruhsal bozuklukta kullanılabilmektedir. Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme terapisinde terapist tarafından gerçekleştirilen göz hareketleri ile iki yönlü uyarı sağlanmaktadır. Hasta gözleriyle terapistin elini takip ederken travmatik yaşantının içsel temsilcilerine odaklanması istenmektedir. İkili dikkat uyarıları setleri sıkıntı azalıp ya da ortadan kalkıncaya kadar sürdürülür. Bu yazıda vaginismus olan ve çocukluk çağı travması nedeniyle cinsel terapiye uyum sağlamayan bir olguda travmaya yönelik Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme uygulamasının başarılı etkisi tartışılmıştır.
Vaginismus is a type of sexual dysfunction in which caused by spasm of the vaginal musculature prevents penetrative intercourse. The presence of recurrent or persistent involuntary spasm of the musculature of the outer third of the vagina that interferes with sexual intercourse. In many cases frequently anxiety, quality of the maritial relationship, sexual functioning of partner and lack of knowledge about elemantary anatomy and sexuality are some of the suggested factors with a probable role in the etiology of vaginismus, however the findings are inconsistent. In the recent studies, the conditioned fear response to a certain stimulant was suggested as one of the responsible mechanism of the formation way of this vaginal response. According to these results, psychotherapeutical and pharmacological treatment modalities that use for reducing anxiety and fear are the treatment options that prefered nowadays. Eye Movement Desensitization and Reprocessing (EMDR) therapy is used especially in Post-Traumatic Stress Disorder (PTSD) and other many psychiatric disorders. In Eye Movement Desensitization and Reprocessing therapy, bilateral stimulation of eye movement is provided by the therapist. While following the movement of the therapists’ hand, the patient focus on the internal representations of the traumatic experience. Dual attention stimulation sets are continued until anxiety disappear or greatly reduce. In this case report, we discussed a patient who presented with therapy-resistant vaginismus secondary to childhood sexual trauma and was treated successfully with the Eye Movement Desensitization and Reprocessing therapy.

7.A Case of Partial DiGeorge Syndrome with Attention Deficit and Hyperactivity Disorder and Specific Learning Disorder
Sabide Duygu Tunas, Çağatay Uğur, Zeynep Göker, Özden Şükran Üneri
doi: 10.5505/kpd.2016.44153  Pages 101 - 104
DiGeorge sendromu (DGS) en sık görülen mikrodelesyon sendromu olup prevalansı 1/4000-1/6000 arasında değişmektedir. Embriyogenezis sırasında 22q11.2’de yaklaşık 3 megabaytlık (Mb) bir bölgenin kaybı nedeni ile ortaya çıkan sendromun kliniği oldukça değişkendir. Konjenital kalp ve büyük damar anomalileri, hipokalsemi, respiratuar yetmezlik, kas-iskelet, ürogenital sistem gelişimsel anomalileri, duyma kaybı, büyüme geriliği gibi bulgular görülebilir. Çeşitli klinik tablo ve fenotiplerle karşımıza çıkan bu hastaların psikiyatrik açıdan da izlemi gerekir, konuşma gecikmesi, özgül öğrenme bozukluğu, mental retardasyon, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, otizm, anksiyete, depresyon, şizofreni ve diğer psikotik hastalıklar tabloya eşlik edebilir. Bu yazıda tartışılan olgu, parsiyel DGS tanısı ile immunoloji, kardiyoloji, endokrinoloji ve nöroloji kliniklerinde takipli iken, okuma-yazma öğrenmede güçlük çekmesi ve dikkatinin dağınık olması nedeniyle çocuk ve ergen psikiyatrisi polikliniğine getirilmiş, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) ve özgül öğrenme bozukluğu (ÖÖB) tanılarının konulmasıyla ilaç tedavisi ve bireysel eğitim programı almıştır. DEHB ve ÖÖB etiyolojisinde 22q11.2’de yerleşmiş COMT geninin yetersiz ekspresyonu rol oynamış olabilir, henüz aradaki nedensel ilişki net olarak ortaya konulamamıştır, gelecekte bu alanda yapılacak çalışmalara ihtiyaç vardır. Olgumuzda görüldüğü gibi DGS ile takip edilen olgularda dikkat sorunları ve öğrenme zorlukları varlığında çocuk psikiyatrisi değerlendirmesi önem taşımaktadır. DGS olan hastaların her biri için uygun tedavi planı multidisipliner olarak geliştirilmelidir.
DiGeorge Syndrome (DGS) is the most seen microdeletion syndrome and its prevalance varies from 1/4000 to 1/6000. Over embriogenesis, a deletion of an approximately 3 Mb frame from 22q11.2 results in this syndrome and its clinical features varies from congenital heart and gross vessels anomalies, hypocalcemia, respiratory problems, leucomotor or urogenitale system anomalies, hearing loss, to developmental delay. Alongside different clinical features and phenotypes, these patients should be followed up on psychiatric symptoms and disorders such as speech delay, specific learning difficulties (SLD), mental retardation, attention deficit hyperactivity disorder (ADHD), autism, anxiety, depression and even schizophrenia and other pcychotic disorders. This case, diagnosed with partial DGS and followed by immunology, cardiology, endocrinology and neurology departments, admitted to our clinic on account of his difficulties in learning and inattention. The patient was diagnosed with ADHD and SLD, then pharmacotherapy and individual educational programme were planned. The insufficient expression of the catecolamine-O-methyl-transferase (COMT) gene located in the 22q11.2 gene could very well play a role in both the etiology of ADHD and SLD. There is still no clear causative relation between these, so there is a need to clarify this with further studies. As seen in our case, the patients with DGS and having some inattention or learning difficulties are needed to be examined by the child psychiatrists. Treatment protocols related to these patients’ symptoms would be evaluated with a multidisciplinary attitude.

LookUs & Online Makale